Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, kim ne, neci, ne yapar, işi ne, ne için dünyaya geldi, makam ve mevkisinin hakkını verebiliyor mu, hiç kimse bilmiyor desek hata yapmış olmayız. Yeter ki bir mevkiimiz olsun, boş gezmeyelim de hele devletin bir kademesinde en azından bir maaşımız olsun anlayışı ile işe başlayıp, o işe başladığı zaman da sadece günü kurtarıp, bu maaş yetmiyor, daha fazlasına layıkım diye sendikaların kapılarını aşındırırlar. Tabii o sendikalar bir işe yarayabilse, onun hakkını koruyabilse. Yeniden derleme oranı yüzde 22.50, Enflasyon oranı yüzde 12 lerde, halkın, sokağın enflasyonu ellilerde, çalışana zam orta yerde….
Herkes kendi dünya görüşüne göre bir sözde sendika üyesi, işçi veya memur hiç fark etmez. Çıkarlar yetkililerin karşısına sözde çalışanlarının hakkını savunurlar. Bana kalırsa sadece kendi koltuklarının hakkını savunuyorlar. Oraya varıp sadece kendi dünya görüşünün kabul görmesini sağlamak için sözde mücadele ederler. Yetkililer de bunlardan bir şey olmaz diye bir üst heyet oluştururlar, işlem orada sonuca bağlanır.
Devlet büyüklüğü maalesef böyle olmamalı Müslüman bir toplumda.
Hz. Ebu Bekir'in¸ Müslüman olduğunda¸ 40.000 dirhem serveti bulunmaktaydı. Servetini İslâm'ın yayılması için Peygamberimiz (s.a.v.)'in emrine sundu. Bunun yanında yeni Müslüman olan yoksul sahabilerin maddî ihtiyaçlarının karşılanmasında azamî gayret gösterirdi. Müslüman olan köleleri¸ efendilerinden satın alarak¸ onların özgür olmalarını sağlardı. Bu kadar cömert bir kişi, var mı dünyamızda yaşayan böyle birisi?
Hz Ebu Bekir¸ halife seçildikten sonra ailesinin geçimini ticaret yaparak karşılamaktaydı. Bizim devlet memurları kanununda memurun ticaret yapması yasak, işçinin ticaret yapmasında bir beis yoktur. Sahabiler¸ buna razı olamadılar ve onu hazineden geçimi kadar maaş alması gerektiği noktasında zor da olsa ikna ettiler.
Ebu Bekir”in ölümünden ardından; Hz.Ömer hilafeti teslim almış, devlet emanetlerini inceliyor bir akşam vakti. Sandıklar açılıyor, evraklar ve mali hazineye ait altınlar, dirhemler tasnif edilip devir teslim yapılıyor. Evrakları tek tek inceleyen Ömer sandıklardan birinde bir kavanozla karşılaşıyor. İçi dirhemlerle dolu kavanozu merak ederek açıyor. İçinden şu not çıkıyor:
“Ben ki; Rasülü’nün Halifesi Ebubekir.. Hilafetim süresince devlet hazinesinden bana bağlanan maaşı almaya haya ettim ve hiç kullanmadım. Çünkü bulunduğum makam; tebliğini ücretsiz, Hak Rızası için yapan Rasül makamı idi.Tamamen kendi gayretimle geçindim. Benden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere tüm maaşım bu kavanozdadır. Devlet hazinesine kaydedilsin!..”
Hayatı Hz.Ebubekir’le hayır yarışına dönüşen Hz.Ömer olduğu yere öylece çöker. Ağlamaklı vaziyette şunları söyleyecektir:
-Ne kadar büyüksün Ya Ebubekir!.. Hayatında seni geçmeme fırsat vermedin, vefatın sonrasında da buna imkan tanımıyorsun.
Ne kadar büyüksün Ya Sıddik!..
İşte şuraya kadar kopya, bu hadise karşısında kafasını iki elinin arasına alıp şöyle bir düşünen var mı?
Biz ne kadar Ebu Bekirleri temsil edebiliyoruz.
Biz ne kadar Hz. Ömerleri, Hz Osmanları ve Hz. Alileri temsil edebiliyoruz. İlmin şehri olan Hz.Peygamberin, ilmin kapısı olarak tarif ettiği Hz. Ali”yi ne kadar temsil edebiliyoruz.
Amma,
La tahzen! İnnallahe meana!
Sakın hüzne teslim olma! Allah şüphesiz ki bizimledir! Sözüne o kadar inanıyoruz ki;
Bir kilo kuru fasulyeyi kurtlandırıp çöpe atıyoruz, attık gitti, ne oldu, nimet israf oldu diye üzülüp endişeleniyoruz değil mi? Güya da takva numarası yapıp "Yahu fasulye çöpe atılır mı, günahtır, bari tavuklara verelim." diyoruz.
Ekmeğin yarısını küflendirip çöpe atmıyoruz, bir komşunun hayvanlarına yemesi için biriktiriyoruz nimet israf etmiyoruz ya...
Şunu hiç unutmayalım; göz her şeyi görmek için dizayn edilmiş, o göz ki, her şeyi görüyor ama kendini göremiyor. İlla karşısında yansıtıcı bir şey olması gerek. O da kendisi değil, yansımasıdır, gölgesidir.
Bir söz vardır ya; Men arafe nefsehu, fekad arafe rabbehu; Kendini bilen rabbini bilir, ama kendini bilenlere hiç rastlamadım, kendim de dahil. Bir türlü kendimizi bilemedik. Kendimizi kaybettik bir türlü bulamıyoruz. En iyi yapacağımız bir işte kendimizi başarısız görebiliyorsak, biz daha ne yaptığımızın bile farkında değiliz demektir. kimse en iyi olamaz, ama yapabildiğinin en iyisini yapmak mecburiyetindedir.
Bahtiyar o kimsedir ki, kendi kusurlarını görmekten başkasında kusur bulmaya vakti yoktur.
İşte o zaman başarıyı yakalar, en yüksek zirvelere ulaşırsınız.
Bedbaht o kimsedir ki, başkalarında kusur aramaktan kendine sıra gelmez ömrü biter.
Şu küçük çevrenize bir bakın, iki kişi bir araya geldiği zaman mutlaka bir başkasının kusurlarını ortaya atar. Ne kadar iyi olmayan yönleri varsa hepsini sayar dökerler.
Ya da ulaşamadığımız veya kıskandığımız kişiler hakkında en acımasız iftiraları atar, şikayetler ederiz.
Acaba biz ne kadar iyiyiz.
Seksenlik ihtiyar hacca gider, dönüşünde oralarda ne gördün anlat bakalım derler. O yaşlı Araplar için;
Namazları Türkçe, Ezanları Türkçe okuyorlar, Kuranı Türkçe okuyorlar, fakat kendi aralarında ne konuşuyorlar anlayamadım.
İşte biz böyle saf ve temiz insanlarız. Küçükten nasıl duymuş isek duyduğumuz v e öğrendiğimiz her şeyi Türkçe biliyoruz. Ama değil.
Onun için birbirimizi bir türlü anlayamıyoruz. Anlayamadığımız için de hiçbir zaman işi ehline veremiyoruz. Var olan dünyalığımızı nasıl çoğaltabiliriz onun hesaplarını yapıyoruz. İşin başına getirdiğimiz kişiler başarısız olunca da kendimizde hata aramıyoruz, yanlış yaptığımızı hiç kabullenemiyoruz.
Ne oldu bize, kendisini kılıçları ile düzeltebilen arkadaşları olan Hz. Ömerleri hep başımızın tacı yaparız da, hiç onun gibi yaşayamayız.
Onlar gibi yönetici olamıyoruz.
Onlar gibi adaletli olamıyoruz. Onlar gibi yaşayamıyoruz. Allah aşkına bizim ne zaman aklımız başımıza gelecek.
Allah sonumuzu hayreylesin.
Bu günlük te bu kadar. Sürçü lisan ettik ise affola…