Mavi, gök yüzü mavi, ırmaklar ve nehirler mavi. Dağlar mavi göğe çadır direği olmuş sanki. Gökyüzü tavanı çadır olmuş üstümüze.
Gürgen ve çam ağaçları mavi gökyüzü tavanını taşıyan esrarengiz direkler gibi yüksek tepelerde göğe değiyormuşçasına Dim dik ayakta ve sağlam vaziyette duruyor.
Melet ırmağı, baharın ve kışın yağmurlu ve bereketli geçmesiyle, coşkun akıtıyor suyunu. Hele sarpdere derseniz sanki ismine layık vaziyette delicesine akıp gidiyor denize aşağı.
Ben ise yaprakları ve fındıkları koparmakla meşgulüm sanki. Yeşil yapraklar, sarı ıhlamur çiçekleri, beyaz papatyalar, kırmızı dikenli güller, mor renkli papatyalar, orman gülü sarı ve mor renkli tatlı ve zehirli çiçekler… Ben bunları seyrediyorum, zannetmeyin ki topluyorum.
Gördüğüm yerlerde fotoğraflarını çekiyorum.
Yaylalarda bal arılarına türlü çeşit isimlerini bilmediğimiz çiçeklerde otlatarak bal üreten arıcıları izlersiniz.
Şu gelişmiş veya gelişmekte olan G- 20 ülkeleri bir araya gelseler, teknolojilerini birleştirseler, şu arıların yaptığı balın bir kilosunu kavanoza doldurabilirler mi? Hayır. Böyle imkanları olsaydı şimdiye kadar yaparlardı tabi ki…
Televizyonlarda devamlı reklamları çıkıyor, bitkilerin veya çiçeklerin hangi hastalıklara daha çok iyi geldiğinin reklamlarını yapıyorlar.
Her kanal kendi fikrini açıklıyor. Bir çok sözde doktorlar belki ilim adına bir şeyler söylüyorlar.
Peki bu saydıkları ve söyledikleri bütün çiçekler ve otlar sahipsiz mi ekilip dikiliyor. Bunların hiç sahibi yok mu sanırsınız. Elbette ki var. Allah (cc).
Bu bitki ve çiçeklerin dibine kim veya kimler su ve gübre veriyor. Hiç kimse değil mi?
Şu insanoğlu, orijinalini bulamayınca şehirlilerin göz zevkini tatmin etmek için, şehirlilerin evlerini çiçeklerle donatmak için tüm çiçeklerin bir benzerini alçıdan veya plastikten yaptılar.
Arılar, hiçbir zaman bu plastik ve alçıdan olan çiçeklere kanmazlar bu mümkün değil. Hele tabanı plastik olan kovana oğul veren arıyı katsanız, orada durmaz tekrar dışarı çıkar. Amma, her tarafı ağaçtan olan kovana katarsanız orada kendisine mekan oluşturur. Plastik mekana kanmayan arı kadar olamadık ama plastik Çiçeklere biz insanlar, hele aklı olan insanlar nasıl kanıyoruz hayret doğrusu. Arılar, sadece yüce yaratıcı olan Allahın yarattığı çiçeklerden bal toplarlar.
Bir zamanlar plastik çiçeğe kanan biz insanlar, yine, Avrupa’dan geldi diye naylon gömleği giyen biz insanlar, pamuklu ve yünlü giysiler ta Hazreti Adem’den kaldı düşüncesiyle alay edenler, şimdiki zamanlarda tekrar yünlü ve pamukluyu tercih etmeye başladılar.
Allah, kâfir insanın yönetimin başına geçtiğinde doğayı ve nesli bozacağını şöyle haber verir:
“O (kafirler) işbaşına geçtiği zaman, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli yok etmeye koşar. Allah bozgunculuk yapanı sevmez.” (Bakara süresi ayet 2/205)
Zannedersiniz ki ayet bugün inmiş gibi değil mi?
Tüm insanlar ilaçlarla şişirilmiş, GDO lu yiyeceklerden hoşlanmıyor artık, organik, doğal gıda ve doğal giyecekler tercih ediyorlar.
Gıda sektöründe üretim yapanların tamamı (içlerinde istisnalar olabilir, onlar istisna) tüm gıda ve giyeceklerin doğal şeklini bozdular. Sonra da birileri çıktı görüntülü medyaya, sakın sanaayii ürünlerini tüketmeyin, tüketirseniz bile çok dikkatli tüketin demeye başladılar.
Hiç kimse Durakköyünde üretilen elmadan yemeyin demedi. Kimse Çağlayanda yetişen patatesten tüketmeyin demedi. Aksine buralarda üretilen meyve sebzeleri tüketin demeye başladılar.
Bundan yirmi sene kadar önceleri sakın tere yağ yemeyin, sizi hasta eder, damarlarınızı tıkar dediler, köylüye tere yağ yedirmediler. Yemediği tere yağı köylü vatandaş üretmedi. Bu arada ne yağ, süt ve yoğurt kaldı, ne de kırmızı et. Yurt kışından gümrük vergisi üçte bire düşürülen gıda ithal etmeye başladık.
Hakiki güle ve bala hasret kaldık. Balın da sahtesini çıkardılar.
Öncelerde sanayide para kazanan işadamları fabrikalarını kapatıp özel hastane açmaya başladılar. Ne oldu bizlere?
İnsanlarımızın çoğu, ömrünün çoğunu hastanelerde geçiriyor. Şeker, kollestrol, tansiyon, kalp ve daha ismini hatırlayamadığımız ve de ismini bilmediğimiz bir çok hastalığa düçar olduk.
Sağlığın yanında neslimizi de bozdular. Yaşantımız için lazım olacak paranın yarıdan fazlasını güvenliğe harcanmak zorunda kaldık. Bir zamanlar işyerinin kapısını kapatmayan millet….
Artık garantili kapı kilitleri, güvenilir kameralar fayda etmemeye başladı. Her türlü tedbiri alsak da güvenlik kamerasına bakarak hırsızlık yapılıyor bizim dünyamızda. Kendi çalıştığı işyerinde iş verenini öldüren katiller yetiştirdik son zamanlarda. Ne oldu bize?
Mutlaka bu olumsuzluğu karşı bir çare aramamız gerekir ve de mutlaka çare bulmamız gerekir. Yoksa neslimiz ve insanlığımızın geleciği pek parlak değil.
Bir zamanlar, On iki Eylül öncesi hızlı solcu hatta hiç Allaha inanmayan, bakanlık ihaleleri alan ve on iki Eylülden sonra bakana rüşvet vermekten içeri alınan büyük bir müteahhit “Allah askerlerden razı olsun. Bizi içeri aldılar. Koğuşta bir de hoca vardı. O ne yaptı etti bizi İslâmi çizgiye çekti. Asker-hoca işbirliğiyle biz haramdan kurtulduk” diyebiliyor.
Yine o dönemde bir ülkücü, “Hocam, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” diyorduk. Dokuz ışık uğruna olaylara karışıyorduk. On iki Eylülde kendimizi hapishanede bulduk. Orada tanıştığımız bir hoca, Işık’ın dokuz olmadığını, Tek ışık olduğunu, onun da Allah’ın Nûr’u olan Kur’an olduğunu öğrendik. Bize O tek ışığı öğretir misin?” diyebiliyor.
Geçen günlerde 24 gün “Adalet” kelimesi gündemden düşmedi, söylediğinize bu kelime gönüllere de girmiş olabilir.
İnsanlık ve bizim insanımız Amerikan adaleti altında can veriyor.
Toplumumuz sözde Avrupa adaletiyle siyasi intihar ediyor.
İnsanlar Çin adeleti diyorlardı eskiden, şimdi ise Çin işkencesiyle meşhurlaştı.
Kafkaslarda Rus adaletinin boy gösteriyor.
İran’da Nuşirevan adaleti çoktan intihar etti, Suriye ve Irak’da insan katlediyor.
Bu karanlık gidiş, inşallah yolun sonunda İslam’ın görülmesine aydınlanacaktır.
Şu günlerde, cami imamlarına ve öğretmen kardeşlerimize çok büyük görev düşmektedir.
Müslümanlar arasında ayrımcılığa yol açanlara fırsat vermeden, “Veğ tasımu bi- hablillahi cemian ve la teferregu” Allahın ipine sım sıkı sarılmamız gerekiyor, ayrıştırılmadan, sen ben kavgasını bırakarak, siyah beyaz ayrımı yapmadan.
Başka çıkar yolumuz yok.
Hakiki bal ve güle hasret kalmayalım.
Hakiki bal da gül de bizlere çok yakın…