Geçtiğimiz hafta Salı ve Çarşamba günleri Ulubey’deydik. Havalar da müsâitti. Resmî işlemlerimizin öğleden sonralara sarkması dolayısıyla bayağı turlama ve uğramalarımız oldu. Yazacak çok şey var oralardan. Bunları değerlendirmek bir görevden öte borç bizim için. İnşâllâh diyoruz.
Hükümet Konağı’ndan ayrı olarak Belediye’ye, Müftülüğe, Ziraat Odası’na, Yüksek Okul’a gittik. Dostları ziyâret ettik. Bu arada gazetemize uğradık.
Gerek selâmlaşmalar, ayak üstü hasbihâller, gerekse çay sohbetlerinden direkt devşirdiğimiz şeyler, ayrıca genel anlamda, Ulubey’e, okullara, gençlere, şehrimiz ve insanlarının meselelerine dâir tespitler ve de gözlemler var.
İyi malzeme topladık; hem de orijinâl şeyler. Nasıl olsa bu hafta köy de yok derken, cenâze dolayısıyla yine gitme durumunda kaldık. Hepinizin tanıdığı Dr. Attilla Öztürk’ün amcası Bâki Öztürk vefat etmişti.
Sizin anlayacağınız, Cumartesi Eymür’deydik. Pazar gün de Yaraşlı’da. Yâni, hanımköyde. Havalar güzel olunca, renk cümbüşü de mâlum; güz manzara ve bereketleriyle birlikte, tabiatla iç içe yaşamanın tadına doyum olmuyor gerçekten.
Ne derler? Çok gezen, bilmesine bilir de; çizmeyi aşmadan, hangi birini tek tek nasıl anlatacağını becerebilmek te önemli sonuçta. Sâdece gördüğümüzü anlatsak, diğerleri kalsa da, onların da ne kadarını dile getirebileceğimiz konusu bizim de merak ettiğimiz bir husus doğrusu!
Bir defâ, Salı ve Çarşambayı geçiyoruz demiştik. Orası, kaç yazıdır anlattıklarımızdan çok ayrı ve özel çünkü. Daha çok Ulubey’in içine, bizimle birlikte yaşanan dünü ve bugününe âit, bizi neredeyse yarım asra yakın öncelere kadar götüren nostâljik adımlar, hicranlı duygu ve düşünceler..
İnşâllâh, bundan sonra, köy seansları da pek olmayacağından, son meyveleri bu hafta dolaşıp, kuru, buruşuk, ezik, bezik demeden değerlendirdiğimizden, Eymür’de incir, Yaraşlı’da da üzümlerden sembolik de olsa tattığımızdan, atladığımız bu konulara yoğunlaşabileceğiz inşâllâh.
Gelgelelim, bu keyfiyetten bir türlü kopamayışımızın sebebi biraz da Fehmi Varol Hoca. Cenâze günü Belediye başkanımız Îsâ Türkcan Bey dâhil, bir de Eczâcı Nihat Bey’i fark ettim, oradaydılar. Fehmi Bey daha görür görmez, yazılarımızdaki meyve değinmelerine vurgu yaptı. Ne güzel, zevkle okuyoruz, istifâde ediyoruz falan dedi.
Salı gün Ulubey’de bana; “Yazılar uzun olunca okuyamıyoruz, yarıda yoruluyoruz..” diyen Nihat Bey de hemen yanındaydı, mutlu bir tevâfuk olarak. Nihat Bey haklı olmasına rağmen, yine de, gör işte dedik; Fehmi Bey ne diyorlar? İşte böyle gaza gelip yazıyor da yazıyoruz. Çoğu defâ kısaltmak için uğraşsak ta, zaman zaman yine de uzun kaçtığı âşikâr.
Her neyse, orada Fehmi Bey’e ayaküstü demeye fırsat bulamadık. Çarşamba gün Belediye’ye uğradığımda, Tekniker Mustafa Bey’le tanıştık. Meğer Fehmi Bey’in oğluymuş. Babasının yazılarımıza ilgisi bağlamında konuşurken gördük ki, o da meyveler ve onlara ilgisizliğimiz konusunda bizler gibi düşünüyor. Hattâ daha fazlası da var sanki!
- Âh Hocam! Şimdiki nesil, bizler dâhil, bırakın evin önündekileri toplayıp değerlendirmeyi, gidip satın aldığımız meyveleri bile doğru-dürüst yemeyip çürüterek çöpe atıyoruz!
Doğru söze ne denir? Aynen öyle.
Her neyse, biz köyümüze dönelim yine. Mektep yanındaki cenâzeden sonra evin yanına çıktık. İncirleri yarı budama, yarı yokladıktan başka, hurmayı topladık. Bu arada, geçen hafta söz etmeyi unuttuğumuz güz gülleri karşıladı bizi harmanın kenarında. Bir yandan da, tıpkı onlar gibi, çiçek açan, yaprağa duran kimi erik ağaçları da dikkâtten kaçmıyordu. Ama, nereye kadar? Ne de olsa önü kış; değil mi?
Cenâzeden berâber geldiğimiz, komşumuz Mehmet Ağabey’le, harmanda sızıntı veren boruyu çıkarıp onarmak için yeri kazmaya çalışırken, ustamız Lütfi Ağabey’e seslendik. Komşumuz Talat Ağabey de geldi. Hem sohbet ettik, hem de işimizi tamamladık birlikte.
Bu arada Lütfi Ağabeyle, evlerinin alt yanında, geçen hafta duvarın üstünde gördüğümüz o turuncu, sarı ve gül kurusu kasımpatıların canlılığının, sanki kaybolmaya mı yüz tuttuğu husûsunu konuştuk.
Ne de olsa, havalar soğumuştu. Kasım da yolcuydu. Aralık, resmen kış artık. Kasımla pat diye gelen, pat diye gidecekti demekki! Öyle ya, boşuna kasımpatı dememişler!
Rabbimiz, hayırlısıyla ve de sevdiklerimizle, cümle komşularımızla berâber, dönüp dolaşıp, tekrar tekrar görmeleri nasîp eylesin inşâllâh.
Sevgili okurlar, burada yazıyı bağlarken, biraz uzasa da, son olarak, Salı günü Ulubey’de karşılaştığımız, aynı zamanda öğrencimiz olan bir imam arkadaşımızın, yazılarımızı okuduğunu belirtip, arada şiirlere de yer vermemizi istemesi, bizim de arzumuz olan ve özlediğimiz bir husûsun teyidi niteliğindeydi.
Maalesef, köy-kent, yaz-güz izlenimleri, siyâsî gelişmeler, ardı ardına seçimler ve sosyâl meseleler derken, sanata pek yer veremiyoruz. Çoktan beri Ulubey’in eğitim ve kültürüne dâir bir şeyler de yazamadık. İşte, çok büyük bir sebep olmazsa, gelecek yazıyla berâber kısmen bu mevzûlara değinmeye çalışacağız.
İnşâllâh diyor, din-îman selâmeti ve istikâmet üzere, sağlık, sıhhat ve âfiyetlerle dolu hayırlı, uzun ömürler, ebedî saâdet dilekleriyle berâber, cümleye içten sevgi ve de saygılar sunuyoruz ves’selâm…