Geçen haftaki yazıda kendisinden söz ettiğimiz Nûri Özcan Ağabey Hakkın rahmetine kavuştu. Doğrusu, ameliyat için İstanbul’a da gidince bu kadar çabuk bir haber beklemiyorduk. 5-6 ay sürecek bir tedâvi müddeti konuşuluyordu. Fakat, köy komşularımızdan 16 kişilik büyük minibüs dolusu bir grubun ziyâretinin ardından, gelecek hafta da biz gideriz diye plânlamışken, ekip daha yeni dönmüştü ki 3 gün sonra vefat haberi geldi. Demek ki nasip değilmiş. Allâh rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.
Lâkin, cenâze sürecini bütünüyle tâkip ettik. Pendik’te, gelininin de doktor olarak çalıştığı özel hastânede Çarşamba gün vefat eden mevtâmız gece yarısı hastâneden alınıp Perşembe gün öğlede Ordu’ya intikâl ediyor. Çakalçıkmaz Mezarlığı gasilhânesinde yıkandıktan sonra günün ilerleyen saatlerinde köyüne ulaşıyor. Cumâ sabahı 10’u geçerken evinin yanında helâlleştirilip 11’de de kabristanlıktaki Uzunçayır Musallâsı’nda namazı kılınıyor.
Akşamlar soğuk olsa da günler yazdan kalma günlerdi. Özellikle cenâze günü ve hafta sonu pırıl pırıl bir gökyüzü altında geçti. Gerek önceki ve sonraki tâziye ziyâretleri, gerekse merâsimler, özellikle mezarlıktaki cemaat çok kalabalıktı.
BİR ÇINAR DAHA…
Evinin yanındaki konuşmada ifâde edildiği gibi Nûri Ağabey de çevresinde ağırlığı olan çınar insanlardan biriydi. Nitekim ORDUCU.COM sâhibi Zeki GÖLolayıULUBEY BİR ÇINARINI DAHA KAYBETTİ başlığıyla haberleştirmiş, devâmını da “Bir çınar daha Hakk’ka yürüdü. Ulubey’in Eymür Mahallesi’nin sevilen şahsiyetlerinden Nuri Özcan, İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.” şekliyle vermişti.
Bize göre iyi bir insan, iyi bir komşuydu. Hatırı sayılır bir insandı. Cenâzesindeki katılım da bunun bir göstergesiydi. Bundan öte, bizim çok öncelere dayanan bir hukûkumuz vardı. Komşuluk bir yana, babamlarla, tââ 50’li yıllardan bu yana yaylada-cenikte, dedelerin gününde, babalarla berâber bir arada, iç içe çalışmalar, imeceler, çileler, dayanışmalar, yardımlaşmalar var. Bir ara babamla berâber köye, yaylaya araba çalıştırdılar. Yolcu, yük götürdüler, göç taşıdılar.
Hamaz, kıraç toprakları tırnaklarıyla îmar ettiler. Bereketlendirdiler. Sırtlarında kökleme, ellerinde sefer taslarıyla geçti ömürleri. Bu gün dağlara taşlara yayılan güzelliklerde onların emekleri var. Her tarafta adım adım, karış karış izleri var. Ne mutlu bunu farkında olabilecek ve onlara duâlarla berâber bugüne şükrün edâsı gayretinde bir hayat sürmeye çalışacak olan nesillere.
HAVİL TEYZELER, ALTIN DUÂLAR!
Sevgili okurlar. 90’lık Havil ve Altun Teyzeler çok ağlamışlar tabutu başında duyduğuma göre. Şimdi hatırlıyorum da, onlar Nûri Ağabey’in komşuluğundan, iyilikseverliğinden, göz tokluğundan, çevresindekilere el tutmasından falan söz ederlerdi zaman zaman. Biz de diyoruz ki, hayat işte budur, insanlık budur. Mesele, Havil Teyzelerin, Altun Bibiler’in duâsını alabilmektir!
O gün Cumâyı da köyde kıldık. Cenâzeyi rahatlaştırdıktan sonra namaza yarım saatin üzerinde bir süre vardı. Babamızın kabrine uğradık. Bir Yâsin okuyalım dedik. Bunun öncesinde mezarın başında çöküp kaldık bir süre. Uzun zaman bir şey okumadan öyle durduk. Sanki dilimiz tutulmuştu. Ama kâlben bir duygulanış, içten içe bir hasbihâl gerçekleştirme hâli söz konusu olmuştu sanki.
HAYAT YALAN, RÜYÂ GERÇEK Mİ?
Bunun sonucu mudur bilemiyoruz, o gece, hiç olmadığı şekliyle babamı gördüm rüyâda. Ama ondan önce, Nûri Ağabey gibi, daha önceleri babamlarla bir âileymişçesine, dedenin konağı çevresinde ve o eksen etrafında birlikte, birbirleriyle bağlantılı hayat yaşayan Seyfi Odabaş Ağabey ve eşi Neclâ Yenge’yi görüyorum. Yenge, herkese bir takım hediyeler veriyormuş, çocuklara falan. Derken bir hediye de bana takdim ediliyor. Bir ayakkabı. Rengi, tatlı bir yeşil. Rüyâ bu ya; Seyfi Âbi de bir acente araba hediye edesiymiş. Kahverengiye çalan bir sarı renk.
O arada bir binânın köşesinden aradan babam peydâ oluyor bir sürpriz şekliyle. Özlemle kucaklaşıp ağlaşıyoruz. Belki de hayatta hiç öyle kucaklaşmamışızdır. Burası da doğru. Belki gelenekten kaynaklanan bir şey ama, hangimiz, ya da kaç kişi vardır hayâttayken böylesi duygularını içtenlikle ortaya koyabilen, duygu ve düşüncelerini rahatlıkla paylaşabilen?! Hep ertelenmiştir, bir dahaki sefere bırakılmıştır. Sonra da şudur budur derken, bir türlü olmamıştır. Geriye bunun hayıflanması ve burukluğu kalmıştır. İşte bu rüyâ bu anlamda bir ilâç gibi geldi. Bu rüyâ, o gün, kabrin başındaki o kalbî yakınlığın bereketi olmalıydı. Güzel bir rüyâydı. Çok şükür. Uçuyordum. Mutluydum.
Ama, sonra bunu komşumuz Lütfi Ağabey’e anlatınca o da babamla ilgili benzer rüyâlarını paylaştı. Derken, aklıma bir başka şeyler geldi. Benim gördüğüm hep yolculuğa dâir şeylerdi. İşte ayakkabı; Cennet yeşili bir renkteydi ama yolu ve yolculuğu akla getiriyordu. Ve araba; o da öyle. Babamla kucaklaşmamız da, gerçi o öteden peydâ olup geldi ama, belki de bize hoş geldin kucaklaşmasıydı, kim bilir? Öyle değil mi?
O NÛRİ AĞABEY’DEN, BU NÛRİ AĞABEY’E!
Nitekim, güzel havada, dışarıda dut ağacının dibinde, tahta sedirde Lütfi Ağabey’le oturup muhabbet ederken çayın eşliğinde bize kavrulmuş dürme turşusu da ikram eden Türkân Yenge ve kızları Nursel’e takılmadan duramıyorum;
- Nursel kızım, bak; o Nûri Ağabey gitti. Şimdi bu Nûri Ağabey kaldı. Ona iyi bakıyorsunuz, işin farkındasınız, sağolun!
Bilmiyoruz espri nasıl kaçtı, rüyâyı da nasıl yorumlamalı ama, sonuçta bize göre er veyâ geç, yaşlı ya da genç, her nasıl gelirse gelsin, önemli olan sonucun hayırlı olması. O gün cenâzede de ifâde edildiği gibi, 70 değil, 170 de olsa gidilecek. Bundan kaçış yok. mesele, ölümün hayırlısını yaşayabilmek. Rabbimiz cümlemize böylesi vedâlar nasîp eylesin inşâllâh.
Daha, kısa da olsa not etmeyi plânladığımız çok şey vardı ama, köşemizin sınırını çok aştık gâlibâ. Onları da nasipse gelecek yazıya bırakıp, şimdi vedâ zamânı diyor, hepinize içten sevgiler, saygılar sunuyoruz.
Son olarak, Rabbimiz cümlemizi, tüm sevdiklerimizle berâber Efendimiz (SAV)in komşuluğunda buluşacağımız bir hayâtı yaşamaya muvaffak kılsın ve de hepimize hayırlı vedâlar nasîp eylesin inşâllâh ves’selâm…