Ramazan gerçekten bereket ayı mı? Evet ramazan bereket ayıdır. Ama kime?
Görüldüğü kadarıyla ramazan bakkala, markete, tatlıcıya, fırıncıya, manava ve daha nice esnafa bereket ayıdır.
Ramazan ayında kasapta etin kilosu zamlanır.
Ramazan ayında ekmeğin fiyatı zamlanır.
Ramazan ayında tatlının fiyatı zamlanır. Vs.
Normal zamanda üçyüz gıram pidenin fiyatı 1,25 veya 1,50 TL. dir. Ama Ramazan ayında aynı pide 2,50 TL. bu kime bereket ayı, fırıncıya.
İlçede 1,50 tl ye zarar etmeyen pide, gidiyorsunuz Ordu’ya, 2,50 TL. bu nasıl oluyor anlamış değilim. Ramazandan üç gün önce ki fiyatı ramazan başladığı gün yüzde elli zamlanmış. Bu bereket ayı diye.
Hele şu ramazanlarda 1995 yılından bu yana iftar çadırları var ya; sormayın gitsin. Yeni Şafak gazetesinden Faruk Aksoy’a bir kulak verelim isterseniz.
Önümüzdeki Ramazan Bayramı’ndan sonra iftar çadırlarını sökelim, bir daha kurmayalım, bu iş bitsin artık. Oturalım, ya da oturun, enine boyuna konuşun bu meseleyi. 1995 yılından bu yana iftar çadırları nereden nereye geldi, kuruluş amacı neydi, bugün ne oldu, olanı biteni görün, ona göre bir karar alın.
Ramazan menüsünden, Çorba, az etli pilav, tatlı ve ayran vardı, herkes, hepimiz diz çökmüştük, bir hafız Kur’an okuyordu, biz ise ezanı bekliyorduk. İlk çadırdaki iftar menüsü, daha sonra kurulan bütün çadırlarda halka sunuldu, çorba, az etli pilav, tatlı ve ayran, İstanbul çadırlarının iftar klasiğine dönüştü.
Gerçekten lezzetli yıllardı…
İftar açmaya gelen insanlar, sadece karınlarını doyurmaları için geldiklerine inanıyor gibiydiler. Bunu, böyle hissetmeleri ve daha da kötüsü, kabul etmeleri berbat bir şeydi. “En iyi et yemeği bu çadırda çıkıyor, geçen gittiğimiz yerde yemekler çok kötüydü” muhabbeti yapan iki aileyi, bir iftar boyu mecburen dinlemek zorunda kalırsınız, sonra başınızı öne eğersiniz.
İftar çadırları, sadece fakirin, fukaranın karnını doyurduğu yerler değildi eskiden. İftar çadırları, fakirin terbiyesiyle, zenginin edebiyle, talebenin coşkusuyla bir iftarlığına da olsa birlikte yaşadıkları, yeni dünyalara, yeni hayallere umut bağladıkları yerlerdi.
Umudumu yitiriyorum, gerçekten kırılıp dökülüyorum.
Ne zaman değişecek bu dil, bu üslup, ne zaman pişecek bu idareciler, bilemiyorum ki… Yahu Kurban Bayramı, bir yıl boyu, bir lokma et yememiş bir insan için değildir. Bir yıl boyu, bir lokma et yememiş bir insan, sadece Kurban Bayramı’nda bir kilo et yese ne olur, çok mu sevinir, havalara mı uçar, o bir kilo eti verene, sabahlara kadar dua mı eder, ne yapar yani, ne yapar?
İftar çadırı da açlıktan ölen insanların sığınağı değildir. Bu ülkede, bu onurlu ülkede, herkes ama herkes bir tas çorba içer ve karnını doyurur, “Garip guraba için çadır kuruyoruz” görmemişliği de nedir, bu işler böyle mi yapılır, dönün geriye bakın bakalım, her şey nasıl başladı, nereye gitti?
Belediyeler kendi aralarında yarışa girmişler, inanılır gibi değil, bir kibir, bir böbürlenme… Kimin iftarı daha şatafatlı, kimin iftar programında kimler sahnede, kimin iftarı daha kalabalık… Yahu taverna mı burası, delirdiniz mi siz?
O röportajı okuyun, bakın iftar çadırı işini başlatan adam ne diyor?
Diyor ki: “İftar veren hayır sahipleri gönüllü olmalıdır, bu işler zorla olmaz. Fakat bazı belediyelerin iftar vermeleri için hayırsever vatandaşlara baskı yaptığı söyleniyor. Eğer denildiği gibi zorlama varsa işin maneviyatı ortadan kalkar.”
İşin maneviyatı ortadan kalkmış, külliyen kalkmış, bir belediye, birine zorla iftar verdiriyorsa, yarın başka şeyler için, başka tavizler verecek demektir.
Hatırlarsınız, sade, sakin, yalnız bir dua vardı, Düzceli Dr. Faruk Ermemiş’in yazdığı bir dua… “Allah’ım, senin rızan için oruç tuttum” diye başlıyordu ve devam ediyordu, “Sana inandım, sana sığımdım, senin rızkınla orucumu açtım/ Hamd olsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete/ Ey bağışlaması bol Rabbim/ Beni, anamı, babamı, ailemi, milletimi, devletimi ve inananları koru/ Rahmetini, yardımını esirgeme ülkemizden/ Bizlere yaşama sevinci ver/ Her türlü güçlüğe karşı dayanma gücü ver/ Senin her şeye gücün yeter/ Amin…” diyerek nihayete eriyordu o dua…
Ve biz o duayı avuçlayıp yüzümüze sürüp, o duayı üfleyip bir yudum su içiyorduk. Hatırladınız değil mi, o duayı? Ben, iftar için ezan okunduğunda, o muhteşem zaman, karşımızda bir tablo gibi donup kaldığında hep o duayı hatırlarım.
Siyah beyaz bir televizyon, o dua ve tarhana…
Bu kişi tam da benim düşünceme örnek olmuş. Bir de Ramazan da belediyelerin eğlencelerine ne demeli. Bir hoca efendi:
"Belediyeler Ramazan'ımızı suistimal etmesinler" diyebiliyorsa, burada büyük bir suiistimal var demektir.
Sanki Belediyeler ve STK lar Ramazan pazarlıyorlar sanki. Hoca efendi yine; "Dinimizle oynamasınlar!.. Oy toplamak için başka yöntemler bulsunlar! Bu gördükleri lanetli işe ses çıkarmayan hoca efendileri de protesto ediyoruz" diyebiliyorsa, ben demiyorum ha benim sözüm değil, burada bir hata, bir yanlışlık var demektir.
İftar yemeklerine lüks arabalarla gelenleri bir düşünün. Sadece reklam yapmak için geliyorlar. Fakirin davetine lüks arabası olanlar gelmezler.
Ben buna bizzat şahit oldum. Orta halli birisinin düğününe gelen Belediye başkanları, gariban birisi davet etse gelmiyor, gelmedi de.
Demek ki vermek, yedirmek ağalık işi, zenginlik işi, fakirin davetinde ne olur ki, orada onların alışageldiği sevdiği yemek türü olmaz. Hem onlar pantolonu, Ceketi eski, ayağında lastikli, üstünde hayvan kokusu bulunan kişilerle aynı masada yemek yemezler.
"Hoca efendiyi gelip Cuma günleri ziyaret ettiği için belediye başkanı, Kur'an kursuna da ara sıra ekmek verdiği için bu gördükleri lanetli işe ses çıkarmayan hoca efendileri de protesto ediyoruz..."
Sesiniz niçin çıkmıyor ey hoca kardeşler. İsyan edin demiyoruz, doğruyu söyleyin, doğru olmayan davete katılmayın.
Allah nice bol bereketli, israftan arındırılmış ramazanları nasip eylesin bizleri.