Zalimliği ile meşhur Moğol hükümdarı Hülagü Han 1258 senesinde Bağdat’ı yakıp yıkar. 400.000’den fazla Müslüman’ı kılıçtan geçirir. Camiler, medreseler yerle bir edilir. Milyonlarca dini ve ilmi eser Dicle Nehrine atılır. Nehir günlerce kan ve mürekkep akar.
Hülagü Han, şehrin dışına kurduğu karargahtan haber gönderip o beldenin en büyük alimi ile görüşmek istediğini bildirir. Ancak kimse görüşmek istemez. Çünkü, işin içinde kelleyi kaptırmak da vardır.
Bu haber zamanın genç âlimlerinden Kadıhan Hazretleri’ne ulaştığında, “Ben gidip görüşürüm” der. Herkes “bir kurban bulundu” diye rahatlar.
Kadıhan Hazretleri daha tıfıl bir gençtir. Doğru dürüst sakalı bile yoktur. Ufak tefek bir cüsseye sahiptir. Görüşmeye giderken kendisine; bir deve, bir keçi bir de horoz verilmesini ister. Bunlar hemen tedarik edilir.
Kadıhan bu hayvanlarla Hülagu’nun çadırına vardığında, onları dışarıda bırakıp içeri girer. Kendisini takdim ederler. “İstediğiniz Müslüman âlim bu” derler.
Hülagü Han, genci şöyle tepeden tırnağa bir süzer! Beklediği bir tip olmadığı için çok şaşırır ve “Başka birini bulamadılar mı?” diye sorar. Kadıhan hazretleri, böyle bir tepkiyle karşılaşacağını bildiği için, Hülagü’nun sorusunu şöyle cevaplandırır:
-Sen görüşmek için, iri yarı boylu poslu birini istiyorsan, devemi getirdim. Yok, yaşlı sakallı biri ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Yok, sesi gür biri ile görüşmek istiyorsan, horoz getirdim. Üçü de çadırın önünde, onlarla görüşebilirsin!
Hülagü Han, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar:
-Sen şöyle otur bakalım, deyip yer gösterir. Hemen arkasından ilk sorusunu sorar:
-Söyle bakalım! Beni buraya getiren sebep nedir?
Kadıhan bu soruya şöyle cevap verir:
-Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere seni gönderdi.
İkinci sorusunu sorar:
-Peki beni buradan kim gönderebilir?
-O da bize bağlı, benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, nimetin kıymetini bilir, zevk sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen burada duramazsın!
Nerede olursanız olun, her konuşmanızda, kahvede, çay ocağında, küçük büyük halk topluluğunda, herhangi bir kişi veya esnaf ziyaretlerinde hep Allah birliğimize ve beraberliğimizi bozmasın, Allah daim eylesin vs. gibi serzenişlerde bulunursunuz.
Peki hangi nimetin kıymetini biliyoruz, zevk ve sefadan ne zaman kurtulacağız, zevki ve sefayı ne zaman terk edeceğiz.
Ey nefsim, ne zaman bu hoyratça israftan kurtulacasın.
Ey nefsim, Ne zaman bu haksız ve zulüm yapmaktan kurtulacaksın.
Ey nefsim, Ne zaman birbirimizle uğraşmaktan vaz geçeceksin.
Ey nefsim, Ne zaman bu insanlara yüksekten bakmayı bırakacaksın.
Ey Nefsim, Ne zaman yalan konuşmayı bırakacaksın. Kin gütmeden kurtulacaksın.
Ey nefsim, Ne zaman adamına göre muamele yapmayı terk edeceksin. Zengine göre farklı iş ve hizmet, fakire göre farklı iş ve hizmete ne zaman dur diyeceksin, ey nefsim.
Ey nefsim, Allah zinaya yaklaşmayın dediği halde ne zaman gözlerini bu haram bakışlardan vaz geçireceksin.
Ne zaman kendi kusurlarını değil de başkalarının kusurlarını araştırmaktan kendini vazgeçireceksin….
Ne zaman kendi kusurlarımızı göreceğiz de başkalarının kusurlarının bile farkında olamayacağız.
Ne zaman dostlar ne zaman?
Eğer kendimize gelemez isek Moğol Hükümdarının yaptığı zulüm gibi bir zalimin hışmına uğrayabiliriz.
Hep sözlerimizde Hz. Ömer den bahsederiz, Hz.Ebu Bekir”den bahsederiz de ne Ömer gibi Adil oluruz, ne Ebu Bekir gibi cömert ve adaletli davranırız.
Ne söylediklerimiz yerini buluyor, ne yaptıklarımızdan bir hayır ve bereket bulunuyor. Niçin?
Çünkü ne söylediklerimize inanıyoruz, ne de yaptıklarımıza güvenebiliyoruz.
Her türlü hinlik, puştluk, üçkağıtçılık var sözlerimizde ve fiillerimizde.
Allah yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz dediği halde biz habire yapmadığımız e yapamayacağımız şeylerin peşine düşüyoruz. Biz eğitimsiz insanlar da inanıyoruz bu söylemlere.
Her il ve ilçeye tahsil yapmak için üniversite ayarında okullar açarız, o yüksek diplomalı kişilere güvenmeyiz.
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Söz bir kantardır insanı tartar. Doğru söyler isen şerefiniz artar. Sükut eder iseniz vakarınız artar. Yalan söyler iseniz ocağınız batar.
Küçük bir çocuğun söylemlerini nazarı dikkate alan Moğol hükümdarından büyük değilsiniz, ben de o kadar küçük değilim amma, ensem kalın cebim kaba olmadığından kimse umursamaz beni.
Yalnız bu millet video kamera gibi kaydediyor, bir de inandığımız Kiramen Katibin melekleri var ya…
O eskimez, yırtılmaz, yazısı silinmez sağ veya sol tarafımızdan verilmesi söylenilen (Ben inanıyorum) o kitap çok doğruyu söyler. Unutmayalım dostlar.
Seneler çabuk geçer. Ömür çabuk biter. Geleceğe öyle bir temel atın ki, sizden sonraki gelenler “Bunlardan Allah razı olsun, bizlere böyle bir dünya bıraktı” desinler. Bana ne benim görevim ayrıldıktan sonra bitiyor. Gelecekler düşünsün derseniz, işini iyi yapan yol kenarındaki terzinin sözlerini bir araştırın derim.
Allaha emanet olun,
Kimseyi karşıma alıpta yazmadım, sadece kendine verdiğim bir öğüt olduğunu bilin yeter.
Ders alana ne mutlu.
Sürçü lisan ettik ise affola…