Erdoğan DEMİR
Köşe Yazarı
Erdoğan DEMİR
 

KİMLİĞİMİZİ KAYBETTİK HÜKÜMSÜZDÜR

Birkaç kişi ile bir araya geldiğimizde sıkı sık sarılırız kimliklerimize. Olmayan kimliğimize. Başkalarında örnek aldığımız kimliğimize. Küçük çocuğun birisine sen büyüyünce ne olacaksın dediğinde, Polat Alemdar olmak istiyorum. Diyebiliyor.  Kimliğimizdir, bize kan davalarından savaşlara kadar davetiye çıkartan. Kimliğimizdir, bizi ırkçıların, dalkavukların, korkakların hedefi yapan. Kimliğimizdir, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" dedirten. Adamın birisi bundan beş veya yedi sene önce resmi işi için daireye geldi. O kişiyi ne gördüm ne de tanırım veya tanırdım. Bana yapılmasını istediği işini anlattı. Ben de ona şu belgeleri getirirsen senin işini yaparız. O belge olmadan işin olmuyor dedim.  Bana ne dese iyi. Sen benim nereli olduğumu biliyor musun? Yoo. Bilmiyorum. Ben Aydınlar köyündenim. Dedi. Ben de; Olsun, sen de Durak köyündenim. Tanıştığımıza memnun oldum. Dediğimde. Hiçbir şey söylemeden gidip noksan evraklarını tamamladı. Bu şahısı şu an görsem kesinlikle tanımam. O zaman bile hiç görmemiştim. Sakın kimse bunun altından farklı bir şey aramasın. Biz kimliğimizi kaybettik, korkak olduk, sadece çevremizdeki tanıdık güçlü kişilerin ismiyle iş yapıyoruz. Valinin şoförü Valinin kariyerini kullanarak hak etmediğini almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanının hizmetlisi veya şoförü onun makamıyla toplumda iş yapmaya kalkışıyor. Kendi kimliğimizle iş yapmayı unuttuk. Bu örnekleri tüm kurum amirleri ve yetkililer ile çoğalta bilirsiniz. Kimliğimizi bulmak yerine ondan kurtulmalı mı? Giderek totaliterleşen devletlere, hakkımızda depoladıkları bilgilerle hayatımızın her girdi çıktısından bize bir şeyler satmaya çalışan şirketlere karşı, kimliğimizi mümkün olduğu kadar değiştirerek, gizleyerek, yalan söyleyerek korumamız şart. Asıl Özgürlük, ait olduğumuz tüm alışkanlıklarımızdan sıyrılmamızda. Doldurduğumuz formlardan, sevdiklerimizden, yolculukta karşılaştığımız yabancılara kadar kim olduğumuzu ifşa etmekle meşgulüz.  Oysa ilişkilerimiz, yaptığımız işler, kim olduğumuzdan önemli olmalı... İlişkilerimizde "Kimsin?", "Kimlerdensin?" diye ne kadar az sorarsak, toplumca o denli kurtuluruz düzenin kalıplarından... Toplumsal, Ahlaksal ve  cinsel kimliklerimizin bizi esir almasına izin mi vereceğiz, yoksa tüm bunlardan sıyrılıp "Elhamdülillah Müslüman”ım" diyebilmenin kapılarını aralayabilecek miyiz. Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. (Hucurat suresi 11). Birbirimizi istemediğimiz, sevmediğimiz kötü lakaplarla çağırıyoruz. Bu tip lakap takmanın fasıklık olduğunu yukarıdaki ayet mealinde Kur”an söylüyor. Nasıl Müslümansız. Kimliğimiz nerede? Hz. Ömer (R.a), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer (ra)’in hıçkırıkları O’nu (asm) uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (ra) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed (asv) hayretle sorar: “Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?” “Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni…” Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi (asm), gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve; “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı “(Ankebut, 29/64) ayetini okuduktan sonra ekler: “İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..” Maalesef, ölümü unuttuk, ölümden korkar olduk, dünyayı sever olduk. Kimliğimizi kaybettik. Tarihimizde, Katip Çelebinin Cihannümasına göre Miladi 1554 e kadar uzanan bir alışkanlığımız vardı. Avamdan havassa her kesimden insanların politikadan sanata her çeşit konularda fikir tartışmaları yapıp hoşça vakit geçirme ihtiyacına cevap veren bu yerlerin kendine has bizim bilmadiklerimiz ve de öğrenmek istemediğimiz gelenekleri ve görenekleri bulunurdu. Bu yerlere “Allah Kerim Yeri” denilirdi. Bu Allah Kerim yeri eski Türk kahvehanelerinde fakir fukaranın para vermeden çay,kahve içtikleri ve oturup yattıkları yerlere denirmiş. Denirmiş diyorum çünkü bizler bilmiyoruz. Sadece bazı kaynaklardan okuyoruz atalarımızın v e dedelerimizin güzel alışkanlıklarını. Maalesef hep kötü, hoş karşılanmayan tutum ve davranışlarını konuşuruz. Buralara yoksul insanlar gelip oturur, hiç ücret ödemeden çayını ve kahvesini içer, aynı zamanda otel gibi yatarlarmış. İsmi de o kadar orijinal, o kadar da güzel ki:”Allah Kerim Yeri”   “Kerim” esma-i Hüsna”dandır. Yani Allahın isimlerindendir. Allahın kullarına karşı sonsuz derecede cömert, şefkatli, ihsanı sınırsız, mağfireti bol, kereminde son olmayan sınırsız ikram sahibi anlamına gelir. Kahvehane sahipleri yoksullar için böyle bir köşe açmakla; Sizlerin bir şey vermenize gerek yok. Sizi ve bizi yedirip içiren sınırsız ikram sahibi olan Allah, keremiyle bu güne kadar ikram ettiği gibi bu günden sonra da ikram edecektir. Demek istemekte ve bu fakir fukaranın yüzü suyu hürmetine işyerinin bereketlendiğinin şuurunda olarak Allahın rızasını ummaktaydılar. Ya şu zamanınızdaki esnaf ve sanatkâr arkadaşlarımıza bir bakalım, hiç böyle bir yer var mı? Bir çayın parasını ödeyemezse o vatandaşın eline bakıyor sakın ha param yok dememesi için. Veya maddi durumu orta ve ortanın üstünde bulunan kişiler bir çay veya kahve içip, iki çay veya kahve parası ödese, fazla ödenen çayın veya kahvenin adedini çok iyi hesaplayıp fakir fukara, garip gurabaya içirmesi ne kadar güzel olurdu ne dersiniz. Biz kimliğimizi unuttuk. Biz tarihimizi unuttuk. Biz geçmişimize, tarihimize ve atalarımıza yeri geldiğince küfür bile edebiliyoruz. Kimliğimizi kaybettik, maalesef hükmü bile kalmadı. Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, ama yalan konuşmayı hiç bırakmıyoruz, devletin malına göz dikip, istediğimiz gibi emanete hıyanetlik yapabiliyoruz. Nasıl mı? Günde sekiz saat çalışmamız gerektiği halde, yani sekiz saatlik mesaide masasında olması gerekirken, sadece üç veya dört saat masasında görülebiliyor. Mesai saatinde kendi özel işini yapabiliyor, hiç vicdanı sızlamadan. Kimliğimizi kaybettik, maalesef Hükümsüzdür…
Ekleme Tarihi: 23 Ocak 2017 - Pazartesi

KİMLİĞİMİZİ KAYBETTİK HÜKÜMSÜZDÜR

Birkaç kişi ile bir araya geldiğimizde sıkı sık sarılırız kimliklerimize. Olmayan kimliğimize. Başkalarında örnek aldığımız kimliğimize.

Küçük çocuğun birisine sen büyüyünce ne olacaksın dediğinde, Polat Alemdar olmak istiyorum. Diyebiliyor.

 Kimliğimizdir, bize kan davalarından savaşlara kadar davetiye çıkartan. Kimliğimizdir, bizi ırkçıların, dalkavukların, korkakların hedefi yapan. Kimliğimizdir, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" dedirten.

Adamın birisi bundan beş veya yedi sene önce resmi işi için daireye geldi. O kişiyi ne gördüm ne de tanırım veya tanırdım. Bana yapılmasını istediği işini anlattı. Ben de ona şu belgeleri getirirsen senin işini yaparız. O belge olmadan işin olmuyor dedim.

 Bana ne dese iyi. Sen benim nereli olduğumu biliyor musun? Yoo. Bilmiyorum.

Ben Aydınlar köyündenim. Dedi. Ben de;

Olsun, sen de Durak köyündenim. Tanıştığımıza memnun oldum. Dediğimde. Hiçbir şey söylemeden gidip noksan evraklarını tamamladı.

Bu şahısı şu an görsem kesinlikle tanımam. O zaman bile hiç görmemiştim. Sakın kimse bunun altından farklı bir şey aramasın.

Biz kimliğimizi kaybettik, korkak olduk, sadece çevremizdeki tanıdık güçlü kişilerin ismiyle iş yapıyoruz.

Valinin şoförü Valinin kariyerini kullanarak hak etmediğini almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanının hizmetlisi veya şoförü onun makamıyla toplumda iş yapmaya kalkışıyor. Kendi kimliğimizle iş yapmayı unuttuk. Bu örnekleri tüm kurum amirleri ve yetkililer ile çoğalta bilirsiniz.

Kimliğimizi bulmak yerine ondan kurtulmalı mı? Giderek totaliterleşen devletlere, hakkımızda depoladıkları bilgilerle hayatımızın her girdi çıktısından bize bir şeyler satmaya çalışan şirketlere karşı, kimliğimizi mümkün olduğu kadar değiştirerek, gizleyerek, yalan söyleyerek korumamız şart. Asıl Özgürlük, ait olduğumuz tüm alışkanlıklarımızdan sıyrılmamızda.

Doldurduğumuz formlardan, sevdiklerimizden, yolculukta karşılaştığımız yabancılara kadar kim olduğumuzu ifşa etmekle meşgulüz.

 Oysa ilişkilerimiz, yaptığımız işler, kim olduğumuzdan önemli olmalı... İlişkilerimizde "Kimsin?", "Kimlerdensin?" diye ne kadar az sorarsak, toplumca o denli kurtuluruz düzenin kalıplarından...

Toplumsal, Ahlaksal ve  cinsel kimliklerimizin bizi esir almasına izin mi vereceğiz, yoksa tüm bunlardan sıyrılıp "Elhamdülillah Müslüman”ım" diyebilmenin kapılarını aralayabilecek miyiz.

Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. (Hucurat suresi 11).

Birbirimizi istemediğimiz, sevmediğimiz kötü lakaplarla çağırıyoruz. Bu tip lakap takmanın fasıklık olduğunu yukarıdaki ayet mealinde Kur”an söylüyor. Nasıl Müslümansız. Kimliğimiz nerede?

Hz. Ömer (R.a), sessizce, dinlenmekte olduğu odaya girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti.

Bu manzara karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer (ra)’in hıçkırıkları O’nu (asm) uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer (ra) ise omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed (asv) hayretle sorar:

“Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?”

“Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın Elçisisin… İzin versen de, biz de seni…”

Maksat anlaşılmıştır, Allah’ın Elçisi (asm), gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve;

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı “(Ankebut, 29/64) ayetini okuduktan sonra ekler:

“İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret te bizim!..”

Maalesef, ölümü unuttuk, ölümden korkar olduk, dünyayı sever olduk. Kimliğimizi kaybettik.

Tarihimizde, Katip Çelebinin Cihannümasına göre Miladi 1554 e kadar uzanan bir alışkanlığımız vardı.

Avamdan havassa her kesimden insanların politikadan sanata her çeşit konularda fikir tartışmaları yapıp hoşça vakit geçirme ihtiyacına cevap veren bu yerlerin kendine has bizim bilmadiklerimiz ve de öğrenmek istemediğimiz gelenekleri ve görenekleri bulunurdu.

Bu yerlere “Allah Kerim Yeri” denilirdi. Bu Allah Kerim yeri eski Türk kahvehanelerinde fakir fukaranın para vermeden çay,kahve içtikleri ve oturup yattıkları yerlere denirmiş. Denirmiş diyorum çünkü bizler bilmiyoruz. Sadece bazı kaynaklardan okuyoruz atalarımızın v e dedelerimizin güzel alışkanlıklarını. Maalesef hep kötü, hoş karşılanmayan tutum ve davranışlarını konuşuruz.

Buralara yoksul insanlar gelip oturur, hiç ücret ödemeden çayını ve kahvesini içer, aynı zamanda otel gibi yatarlarmış.

İsmi de o kadar orijinal, o kadar da güzel ki:”Allah Kerim Yeri”  

“Kerim” esma-i Hüsna”dandır. Yani Allahın isimlerindendir. Allahın kullarına karşı sonsuz derecede cömert, şefkatli, ihsanı sınırsız, mağfireti bol, kereminde son olmayan sınırsız ikram sahibi anlamına gelir.

Kahvehane sahipleri yoksullar için böyle bir köşe açmakla;

Sizlerin bir şey vermenize gerek yok. Sizi ve bizi yedirip içiren sınırsız ikram sahibi olan Allah, keremiyle bu güne kadar ikram ettiği gibi bu günden sonra da ikram edecektir.

Demek istemekte ve bu fakir fukaranın yüzü suyu hürmetine işyerinin bereketlendiğinin şuurunda olarak Allahın rızasını ummaktaydılar.

Ya şu zamanınızdaki esnaf ve sanatkâr arkadaşlarımıza bir bakalım, hiç böyle bir yer var mı? Bir çayın parasını ödeyemezse o vatandaşın eline bakıyor sakın ha param yok dememesi için.

Veya maddi durumu orta ve ortanın üstünde bulunan kişiler bir çay veya kahve içip, iki çay veya kahve parası ödese, fazla ödenen çayın veya kahvenin adedini çok iyi hesaplayıp fakir fukara, garip gurabaya içirmesi ne kadar güzel olurdu ne dersiniz.

Biz kimliğimizi unuttuk. Biz tarihimizi unuttuk. Biz geçmişimize, tarihimize ve atalarımıza yeri geldiğince küfür bile edebiliyoruz.

Kimliğimizi kaybettik, maalesef hükmü bile kalmadı.

Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, ama yalan konuşmayı hiç bırakmıyoruz, devletin malına göz dikip, istediğimiz gibi emanete hıyanetlik yapabiliyoruz. Nasıl mı? Günde sekiz saat çalışmamız gerektiği halde, yani sekiz saatlik mesaide masasında olması gerekirken, sadece üç veya dört saat masasında görülebiliyor.

Mesai saatinde kendi özel işini yapabiliyor, hiç vicdanı sızlamadan. Kimliğimizi kaybettik, maalesef Hükümsüzdür…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve orducu.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.