Daha çok fıkra yazısı ve şiir yazıyoruz ama, öteden beri hep hikâyeye ilgi duymuşuzdur. İlgiden öte, yazmak istemişizdir. Bu meyânda insanları dinlemeye, hikâyeler devşirip kaleme almayı düşünmüşüzdür. Hattâ, görev aldığımız derneklerde, çalıştığımız ya da yayınladığımız gazete dergi gibi yayınlarda bu doğrultuda yayınlar yapmaya çalışmışızdır.
Meselâ, 90 yıllarda, Ordu Ensar Dergisi adına YARINA ATILAN İMZALAR başlıklı, öğretmen biyografisi eksenli bir yarışma düzenlemişizdir. Güzel eserler gelmiştir. Merhum İbrâhim Hakkı Haznedar’ın biyografisiyle 1.liği alan Gökhan AKÇİÇEK arkadaşımız, burada yaptığı çalışmayı genişleterek kitaplaştırmıştır.
Bundan yıllar sonra, hâlen yürütmekte bulunduğumuz Türkiye Dil ve Edebiyât Derneği Ordu Şûbesi adına içerisinde hikâye türüne de yer verilen YEREL TÂRİH YAZILARI yarışması düzenledik. Çok özendik, bezendik ama, böyle konulara resmî ya da belediyeden destek sağlayamayınca, onların da böyle bir derdi olup size, en azından gönül ve lojistik anlamda da olsa bir katkı eğilimi olmayınca sonuç alamıyorsunuz.
Bunu niye yazdık. Geçen gün Ordu Ensar Kitabevi’ne uğrayınca oraya edebiyatçı arkadaşlardan bir grup geldi. Yanlarında da bir misâfir. Kitabevi’nin üstünde yurtta kalan üniversite öğrencileriyle tanıştırıp sohbet ettireceklermiş. Biz de ayak üstü tanıştık. Bizi de yukarıya buyur ettiler.
Bizim de canımıza minnet. Onlarla yukarıya çıktık. İyi ki de öyle yaptık. Mustafa ÇİFTÇİ iyi bir edebiyatçı olmanın ötesinde, doğal, sıcak, yüzünde Anadolu bereketi bulunan içten bir insan. Gençlere kendisinden bahsetti. Böylelikle biz de daha bir tanımış olduk.
Bizi asıl ilgilendiren, onu hikâye yazmaya sevken husustu. Daha doğrusu, öykücülüğünün öyküsüydü. 1. Olarak, 94 yaşında vefat eden dedesinin, 22 yaşında veremden ölen Leylâ adlı ilk hanımının son anlarıydı. Dedesi, asra yaklaşan hayâtının son anlarına kadar, o son anları anlatırken hep ağlarmış. Zâten, sonraki eşinden olan bir kızına da Leylâ adı vermiş ki, yazarımızın annesiymiş. Kendisi de kendi kızına Leylâ adını vermiş.
Yine, anne annesi mi, baba annesi mi net hatırlamıyorum; onun da iki kızı veremden ölmüş. Fakat, onca merakına ve sormasına rağmen, onların hikâyesini anlattıramamış. Bizim örfümüzde böyle şeyler sır kalır diyor.
Ama, kendisi yaşadıklarından ve de kıyısından köşesinden duyduklarından oldukça hikâye çıkarmış olmalı ki kısa sürede iki kitaba imza atmış. Kitaplarını o an alıp imzalatamadık, çünkü postada aksama olmuş herhâlde. Bir gün sonra gelince ikisini de aldım. BOZKIRDA ALTMIŞALTI isimli kitabında 1. Hikâye olarak yer alan HANDAN YEŞİLİ’ni okudum ve gerçekten beğendim. Çok sürükleyici. İnşâllâh ikisini de bir çırpıda bitirmeye çalışacağız.
Çünkü, kendisinin de, öğrencilerin, ne tür, hangi kitapları okuyalım sorusu üzerine, sizi oturduğunuz yere kilitleyen, her şeyi unutturan kitapları okuyunuz dediği türden bir kitap. Anadolu ve onun insanının, sevgisinin arı-duruluğu var kitapta. Diğer yandan, teknik çok farklı. Cümleler iç içe örgülü gibi ve bu yönüyle sizi daha bağlıyor sanki kendine.
Bu hikâyelerden söz etmek bile adama her şeyi unutturuyor. İşte çayı unutmuşum, neredeyse buz kesmiş! İnşâllâh, Yozgat’ta, kendi ifâdesiyle düz memur olan kardeşimizi ziyâret nasip olur da, orada bir sıcak çayını içeriz. Çaycı şimdi bardağı almaya geldi. Ilık hâlile bir dikleyişte bardağı dönüşe hazır hâle getirdik. Bu arada dibi üztünden daha şekerliymiş. Demek ki, karıştırmayı da unutmuşuz.
Her neyse, sosyal medyada da, Fatma Barborosoğlu, Cihan Aktaş gibi öykücülerin de övücü değerlendirmeler yaptıklarını, güzel ülkemizde, böyle bir öykücümüzün bulunması ve özellikle de taşradan, Anadolu’nun bağrından çıkması bağlamında ve kültürümüz adına sevinçlerinin sonsuz olduğu izlenimini aldım duruşlarından. Tabiî, oralardaki duruşlar değişecek değil ama, benim algım bu şekilde. Yazar övgüye lâyık olmasaydı, hin bir değerlendirme de diyebilirdik netîcede.
Buraları işin biraz latîfe tarafı elbette. Gelgelelim, sonuçta biz hikâyeci değiliz. Ama, olma hevesimiz hâlâ var. Köyümüzün kitabını yazarken de kimi anlatılanları hikâyeleştirmeyi düşünmüşüzdür ama, çok anlatılası, dramatik olay örgüleri yakalayamamışızdır. Ya da biz onlardan hikâye çıkaramamışızdır. Ama, en kötüsü ya da hayıflandığımız şey, onca arzulamamıza, yer yer gündeme de getirmemize rağmen çevremizde de böyle bir hâle oluşturamamış, bu türde motivasyon sağlayamamışızdır.
Diğer kitabın adı da ADEM’İN KEKLİĞİ ve CHOPİN. 140 SAYFALIK KİTAPTA 16 HİKÂYE VAR. öbürü, 160 sayfa 7 hikâye. Şimdilik bu kadarla yetinelim. Okuyunca yine söz ederiz inşâllâh kitaplar ve hikâyelerden.
Bu günlük de bu adar sevgili dostlar. Yazarımızın eline, diline, gönlüne sağlık. Rabbimiz, sevdikleriyle berâber kendilerine hayırlı, uzun ömürler, bereketli hizmet ve de kitap yılları nasîp eylesin.
Gönülden Âminlerle berâber sizlere de sıhhat-âfiyetler, din-îman selâmetleriyle berâber sonsuz mutluluklar diliyor, sevgi ve de saygılar sunuyoruz ves’selâm…