Bismillah.
‘Ahde Vefa’ sözlükte, verdiği sözde durma ve devletlerarası antlaşmalara uyma gibi anlamlara geliyor. Ancak, her ne kadar unutmuş olsak da bu sözü işittiğimizde hatırımızda bu tanımdan daha fazlası gelir.
Allah Teala’ya CC. sonsuz hamdu senalar olsun ki, bizleri insan olarak var edip; kendisine kulluk, Efendimiz’e SAV Ümmet olma şerefini bahşetti. Bizler hem dünyaya gelmeden, hem de dünyada iken bir takım sözler vermek ve bu sözlerde durmak suretiyle diğer canlılardan ve İslam’la şereflenmemiş olanlardan ayrılıyoruz. Dünya imtihan dünyası ve belki bu imtihanda zaman zaman tökezlemeler de yaşıyoruz ama neticede verdiğimiz bu sözlere riayet etmek, yani vefa göstermek bizim en büyük vazifemiz. Buradan Vefa’nın İslam’ın şiarlarından olduğunu da anlamış oluyoruz.
Her birimiz değişik özelliklerde yaratılıp birçok merhaleden geçerek bir yerlere geliyoruz ve sonunda dünyaya veda ediyoruz. Yaşamımız boyunca hayatımızdan nice insanlar gelip geçiyor. Haliyle hiçbir yardım almadan, kimsenin hakkını üzerinde taşımadan var olan yoktur veya hadi varsa da istisnadır diyelim. Öyleyse birbirimize karşı bu hallerimiz, verdiğimiz sözde durmamamız nedendir a dostlar? Bizlerin dünyaya gelmesine vesile olan Anne babamızdan başlayarak hayatımıza giren nice insanların her birine ahde vefa göstermektir bize düşen. Yaşadığımız Coğrafyaya mahalleye, şehre, ülkeye de vefa gerekir.
İstanbul Şirinevler’de bir Cami çay ocağında yaşanan bir hadiseyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Malumunuz, bir süredir Suriye’deki kötü ortamdan kaçıp bize sığınan Suriyeli kardeşlerimizle bir arada yaşıyoruz. Allah milletimizden razı olsun. Bahsettiğim Camide hizmetlerde bulunan, müezzin efendi olmadığında müezzinlik yapan, isteyenlere Arapça öğreten, herkesin sevip saydığı, vaktinin önemli bir kısmını Cami ve çevresinde geçiren bir Suriyeli genç, çay ocağında tost yemiş ve çay ocağını işleten kişiye münasip bir dille tostların eskisi gibi olmadığını, midesini rahatsız ettiğini söylemiş. O sırada çay ocağında oturan ve bu diyaloğa şahit olan diğer müşteriler, ‘hem Suriye’den geldiniz hem de tost mu beğenmiyorsunuz’ diyerek genç kardeşimizi fena şekilde darp etmişler. Böyle bir hareketi yapan tabii ki istisnadır, genele yaymak derdinde de değilim. Ama buradan çıkaracağımız bir ders de var elbet. O genç kardeşimiz Suriye’de kendi semtindeki tostçuya aynı şekilde konuşsaydı, ya da o ifadeyi çay ocağındaki Türk müşteriler kullansaydılar böyle dayak yerler miydi? Demek ki elimizdeki fark edemediğimiz Vatan nimeti gibi yığınla nimetin de kıymetini bilmemiz ve vatana da ahde vefa göstermemiz gerekiyor.
Bizler bebekken ağladığımızda sesimize katlanan komşumuza, altımızı değiştiren teyzemize, yaramazlıklarımıza katlanan dedemize, bize kalem tutmayı öğreten hocalarımıza, yollarında koştuğumuz mahallemize, dalından meyve kopardığımız ağaca, top oynarken camını kırdığımız komşumuza ahde vefa göstermektir bize yakışan.
Yine, Türbesine tekmeyle giren densize inat Şehr-i İstanbul gibi bir beldeyi fethedip bize miras bırakan Peygamberin SAV müjdesine mazhar olmuş Fatih sultan Mehmet Han’a ve askerlerine, memleketimize manevi bekçilik yapan Eba Eyyub-el Ensari Hz gibi nice Sahabilere, Eyliyaullah’a, Şühedaya ahde vefa göstermektir bize yakışan.
Az buçuk palazlandığında kaşı gözü oynamak kimseye bir şey kazandırmaz. Meşhur hikaye vardır ya, adam oğluna ‘senden adam olmaz’ der durur. Gün gelir uşak vali olur ve ilk işi babasına haddini bildirmektir vefasızın. Emrindeki jandarmayı gönderir ‘falan adamı tutup getirin’ der. Adam karga tulumba gelir bakar ki oğlunun karşısında. Vali efendi! Babasına, ‘bak adam olamazsın diyordun, oldum’ der. Baba da derin bir ah çektikten sonra o meşhur, ‘oğlum ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’ sözünü söyler. Mühim olan adam olmak, vali olmak değil!
Bu meseleye kafa yorarken çok örnek geliyor aklıma. Mahalle bakkallarımıza atfedilen sözler var. ‘Veresiye alışverişi bizden yaparsınız ama diğer alışverişi zincir marketten yaparsınız, veya düğününe zincir market gelmez biz geliriz, anahtarı zincir markete bırakamazsınız ama bize bırakırsınız’ gibi. Haksız da sayılmazlar. Mahalle bakkalımız da ahde vefa bekliyor bizden. Kendi içimizden olanlara sahip çıkamıyoruz maalesef. İmkanımız arttığında üç kuruşluk konfor için bozuk yollarımızda kasabamıza kadar ulaşım hizmeti veren seyahat firmalarını bırakıp güçlü firmalara yöneliyoruz örneğin. Ya da bizim için fedakarlık yapmış insanlara ilk fırsatta sırtımızı dönebiliyoruz. Yetişmemize vesile olan kurumların sokağından bile geçmiyoruz. Sadece hizmet alıp yolumuza bakmak mıdır aslolan. Bazen güzel örnekler de görüyoruz duyuyoruz ve bu güzel örneklerin artmasını dileriz.
Değerli dostlar, vefa sadece İstanbul’da bir semtin adı değildir. Bazen Sayın Cumhurbaşkanımızın hallerini görüyorum duyuyorum ve kendime bakıp utanıyorum. Bu kadar yoğunluğa rağmen yıllar öncesinden tanıdığı insanları unutmaması, sahiplenmesi, düğününe cenazesine muhakkak iştirak etmesi önümüzde duran çok güzel bir örnektir diye düşünüyorum. Eşyanın da ruhu vardır derler kullandığımız eşyaya, afedersiniz kapımızda bekleyen köpeğe, yükümüzü taşıyan eşeğe de ahde vefa göstermek gerek. İşimiz bittiğinde ağzını telle kapatıp ölüme terk etmek kişiyi o hayvandan da aşağı yapar bu arada!
Verilecek çok örnek var, bu kadarla yetineyim. Hayatlarımızda iz bırakmış insanlara diğer şeylere ahde vefa göstermenin önemini başta kendime olmak üzere hatırlatmak istedim. Umarım faydası olmuştur.
İstikametle Yaşayanlar; Nuri Genç Hocaefendi ve Yavuz Bahadıroğlu
Özelikle son 5 yıldır zor zamanda topluma öncülük etmiş nice büyüklerimizi kaybettik. Bir kısmıyla hali hayatlarındayken tanışmak, ellerini öpmek, sohbetlerinde bulunmak şerefine eriştiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Büyüklerimiz vefat ediyor ama üzülerek görüyorum ki yerleri dolmuyor. Bir Abdulmetin Hoca tekrar gelmiyor. Bir Mehmet Şevket Eygi tekrar yetişmiyor. Kadir Mısıroğlu’nun yeri dolmuyor. İsmini sayamadığımız nice değerimiz aramızdan bir bir ayrılıyor.
Geçtiğimiz hafta da iki değerimizi kaybettik. Niyazi Birinci namıdiğer Yavuz Bahadıroğlu ve Karadeniz bölgemizin Manevi önderlerinden Nuri Genç Hocaefendi.
Her ikisiyle de tanışmak sohbetlerinde bulunmak nasip olmuştu.
Nuri Genç Hocaefendi’yi Bulancak’taki hane-i saadetlerinde ziyaret etmiştim. Son derece mütevazi bir kişiliğe sahip olduğunu gördüm. Kur’an aşığı hocamız, 90 yıllık ömründe hiç durmadan Allah rızası için çalışıp ve şu fani dünyaya iz bırakarak aramızdan ayrıldı. Batum’da Rus bayrağını kabul etmeyen ve İslam’ın nurunu kaybetmemek için bu topraklara gelen dedelerinin izinde bir hayat yaşayan hocaefendi, 1000’in üzerinde Hafız’ın yetişmesine vesile olmuş. Hocaefendi, tek parti döneminde Jandarma baskısı altında büyük zorluklarla öğrendiği ilmi ömrü boyunca insanların hizmetine sunmuş. Resmi emekliliğine bakmadan son nefesine kadar her türlü dini faaliyetlerin, hayır ve eğitim faaliyetlerinin içerisinde bulunmuş hocamız; bunların yanı sıra cemiyet hayatında da söz sahibi olmuş, yeri geldiğinde memleket idaresiyle ilgili kanaatlerini ortaya koymuş, yeri geldiğinde ülkemizin kalkınması için yapılacak işlere önayak olmaktan asla geri durmamış. Kendisini tanıyan bilen eğitimcilere, hocalara, imamlara, siyasilere, ticaret erbabına rehber olmuş bir büyük insanı kaybettik.
Yine bazı konuları ve doğruları yazmanın konuşmanın zor olduğu dönemlerde yazdığı kitaplarla, yaptığı konuşmalarla genç nesillere ruh aşılamış, ecdadımızın doğru öğrenilmesine vesile olmuş Yavuz Bahadıroğlu bey’de aramızdan ayrıldı. Tarihi sevdiren adam diye bildiğimiz Merhum Yavuz bey, yalan değil gerçek tarihimizi yaptığı konferanslarla insanlara anlatarak ve kaleme aldığı 10’larca Roman, hikaye, araştırma, tarih ve fikir kitaplarıyla örnek bir insandı.
Her iki dava insanı büyüğümüz vazifelerini yaptılar ve ruhlarını teslim ettiler. Kendi gücümüz nispetinde bizim de vazifelerimiz olduğunu unutmamalıyız. Ruhları Şâd, Mekanları Cennet, makamları âli olsun. Ailelelerine ve sevenlerine sabırlar dilerim. Rabbim bizleri kendileriyle Cennete buluştursun inşaAllah. Vesselam…