Nuri KAHRAMAN
Köşe Yazarı
Nuri KAHRAMAN
 

ORDU’DAN KONYA’YA; EBÛ HÜREYRE’DEN PİSİLİ BABA’YA…

Önceki Pazar uçakla 1 saatte Ankara, oradan da hızlı trenle kardan tepeler, bir gelin gibi süslenmiş evler, köyler-kasabalar arasından geçerek yaklaşık 2,5 saatte, -şu sıralar yaşanan kara-kışa rağmen büyük bir rahatlık, zevk ve keyifle- intikâl ettiğimiz Konya’da, biraz da mevsim gereği günlerimiz hep evde geçerken, havanın açıp o gün nispeten müsâitleşmesiyle, Cumâ için merkeze inmeye karar verdik.   Geçen gelişlerimizde tanıştığımız arkadaşlarımızı görebilmek düşüncesiyle Alaaddin Câmii’ni hedefleyerek yola çıkmıştık. Ama bindiğimiz minibüs, tahmin etmediğimiz şekliyle, Selçuklu, Bosna tarafı Fırat durağından buraya yaklaşık 40 dakîkada geldiğinde ezan da okunmuş olduğundan, garajın hemen kenarındaki câmiye yöneldik.  GÜZEL TEVÂFUK, MÛNİS İNSANLAR…  Aslında, bilhassa böyle târihî yerlerde değişik bir câmide namaz kılmak duygusu hep içimizde oluyor. Nitekim bugünün tevâfuku da güzel oldu. Çok güzel insanlarla karşılaştık. Başta İmam-Hatip arkadaşımız, aslen Bolulu ama buraya yerleşmiş Hâfız Yâkup ÇEVREN, yarı hâfız olduğunu öğrendiğimiz güzel sesli müezzin arkadaşımız Hasan Hüseyin ARI ve namaz sonrası görevli odasına doluşan yaşlı genç, Anadolu gönüllü, doğal insanlar. Ve hemen bir küçük kardeşimizin gidip dışardan getirdiği, sıcak gönüllerin demlediği anlaşılan tavşan kanı çaylar ve bizde uyandırdığı hislerle burası bana eski sıcak köy odalarını hatırlattı. Hattâ bir tekke ya da zâviyeyi de diyebilirim. Nitekim bu câmi, her ne kadar mîmârî olarak eskiyi hatırlatsa da daha yeni olup adını avlusunda yatan, Mevlânâ ile muâsır bir mübârek zâttan alıyormuş.   Namazdan sonra ziyâret etmek istediğimiz, ancak kapalı olan türbesi, câmiin hemen bitişiğinde; arkada, garaj tarafında. Kayıtlarda, “Pisili Baba, Pir Esat (Sultan) Türbesi” olarak geçiyor ve burası Karatay hudutları içerisinde. Zâten buralar merkez ilçelerin kavşağı durumunda. Bir adım ötesi Selçuklu, diğeri Meram.  ASR’EN ÇAĞDAŞ, LAKAB’EN BAĞDAŞ?...  Pisili Baba’nın, Mevlânâ’dan 10 yıl evvel vefat eden,  lakâbını Ebû Hüreyre (RA) Hazretleri gibi kedileri çok sevmesinden, hattâ vâsiyeti üzere kedisinin de sandukasının sol ayakucuna gömüldüğü kaynaklarda yer alan bir velî olduğunu öğreniyoruz. Ve iyi ki de buraya tevâfuk etmişiz diyor, türbenin dışından fâtiha okuyup oradan ayrılıyoruz.  Dışarda, Garaja bitişik kısımda, eski-üskü tezgâhlar üzerinde incik-gıncık, düğme-boncuk, eski-yeni âlet-edevât ağırlıklı şeylerin alınıp satıldığı bitpazarı hüviyetinde bir yerden geçtikten sonra, biraz yürüyünce Karatay Belediye binâsı çıkıyor karşımıza. Biraz sonra da kendimizi Azîziye Câmii’nin oralarda buluyoruz. Artık bundan sonrası bildik-tanıdık. Oradan da adımlarımızı tramvayın da geçtiği ana caddeden karşıya atıyoruz.   ABDULLÂH GARİPÇİN, MUSTAFA UĞURLU…  Geçen sefer gördüğümüz ama içeri girmediğimiz Öğretmen Evi’ydi bundan sonraki durağımız. Onun da otel, kafeterya, resepsiyon falan bir sürü kapısı var. Çaldığımız 3. Kapıda ulaştık avlunun en iç taraftaki kısmında bulunan çay ocağına. Diğer öğretmenevlerinden farklı, büyük masalarla insanların mesâfeleri uzaklaştırılmamış, yer sehpaları diyebileceğimiz masalar etrafında sımsıcak sohbetler edilen bir ortamla karşılaştık.   Bunca kalabalıkta belki bir tanıdık ya da Ordu’da görev yapan biri çıkar, iki lâflaşırız, Ordu muhabbeti alırız diye, -lüzumsuzluk mu oldu bilmiyorum ama- genel bir selâm verip kendimi kısaca tanıttım. Ses veren olmadı. Biraz da, 70’Lİ yıllarda Ordu İmam-Hatip Okulu’nda dersimize gelen Abdullâh GARİPÇİN ya da, benim şahsen tanımadığım ama, bizden sonra okulumuzda görev yapan, zihinlerde olumlu hâtıraları yer yer dillendirilen buralı Mustafa UĞURLU Bey’e tevâfuk ederim düşüncesiyle yapmıştım bunu. Buralı diyorum, çünkü aynı dönemde bir de Trabzonlu Mustafa UĞURLU görev yapmış bizim Ordu İmam-Hatip Okulu’nda…  ŞEDİT GÜNLER, ŞUURLU ÖĞRETMENLER…  Her neyse, ses çıkmayınca ben de bir köşeye geçip oturdum. Bir çay söyledim. Bu arada, daha önce Sâlih AYDIN Ağabey’den telefonunu aldığım, zaman zaman buraya geldiğini bildiğim, Ordu’da da son ORİMDER sohbetlerinden birinde Hüseyin YAŞAR Bey’in, talebeye sâhip çıktığı, şuurlanması noktasında elinden geleni yaptığı ve milletin ümîdi İmam-Hatip talebelerinin kafasını karıştırmak için çabalayan şedit militanları niteliğindeki karşıt öğretmenlerle birebir mücâdelede en önlerde yer aldığını söylediği Abdullâh Bey hocamızı aradım. Kendisinin genelde her gün şehre inip, öğretmen evine de mutlakâ uğradığını, şu sıralar yoğun kış sebebiyle pek inmediğini belirtti ama bir gün kararlaştırıp görüşebileceğimizi söyledi. Biz de inşâllâh dedik.  DAYI TALEBELER, ÇÖMEZ ÇOCUKLAR!  Konuşmanın başında, ismimizi çıkaramadı. Ben de gayet normal karşıladım. Çünkü bir defâ 70’lerden bu yana yarım asır geçmiş, aramızda öne çıkan çok büyük talebeler vardı o zaman okul yeni açıldığı için. Hattâ birçoğumuz, başka sınıftan büyük âbiler sınıfımıza falan girdiğinde öğretmen zannediyorduk. Her neyse, ben 7 yaş büyük dayım İbrâhim YÜKSEL, rahmetli Mahmut YILDIZ Ağabey’den falan bahsettim; biz onların yanında çok küçüktük, çömezdik falan dedim.   Andığım isimleri rahat hatırladı. Çünkü bu iki isim o zamanlar Ordu’nun gözdelerindendiler. Okulun mevlid, mehter, spor etkinliklerinde başı çekiyorlardı. Hem ikisi de, aynı zamanda resmen İmam-Hatiplik yapıyorlardı. Tanınmamaları mümkün değildi yâni.  ALÂADDİN’DEN GÖNDELİÇ’E…  Diğer yandan, hocamız Ordu’dan sitâyişle bahsedip, ilk göz ağrısı olduğundan, unutamayacağından, kendisini hâlâ arayan nice talebeleri bulunduğundan falan söz edince o an aklıma geldi, TDED Ordu Şûbesi olarak çıkarmayı plânladığımız GÖNDELİÇ adlı dergide değerlendirilmek üzere Ordu günleri, ilginç hâtıraları, duygu ve düşüncelerine dâir bir yazı istedik. Biraz düşündü, zorluğunu dile getirdi lâkin deneyeceği hissi ağır basan cümleler sarfetti; ümitliyiz. Zîrâ,  inanıyorum ki kalemi eline bir alsa, yazdıkça yazacaktır. Önemli olan başlamak. Mâlum, başlamak bitirmenin yarısıdır. İnşâllâh diyelim.  Başlamak dedik ya, yazıya başlarken, geçen cumâyı tümüyle özetleyecektim gûyâ. Ama olmuyor. Çok kısımları atladığım hâlde, Öğretmen Evi’nin camından gözüken, arada tramvay yolundan başka bir şey olmayan Alaaddin Câmii’ne bile geçemedik. Kaldı ki, oradan da yazacak çok şeyler var…  İnşâllâh gelecek yazıya diyor, Ordu, Giresun, Lüleburgaz’dakiler başta olmak üzere tüm okurlarımıza dünyâ şehri Konya’mızdan sevgiler-saygılar sunuyoruz wes’selâm… 
Ekleme Tarihi: 01 Şubat 2022 - Salı

ORDU’DAN KONYA’YA; EBÛ HÜREYRE’DEN PİSİLİ BABA’YA…

Önceki Pazar uçakla 1 saatte Ankara, oradan da hızlı trenle kardan tepeler, bir gelin gibi süslenmiş evler, köyler-kasabalar arasından geçerek yaklaşık 2,5 saatte, -şu sıralar yaşanan kara-kışa rağmen büyük bir rahatlık, zevk ve keyifle- intikâl ettiğimiz Konya’da, biraz da mevsim gereği günlerimiz hep evde geçerken, havanın açıp o gün nispeten müsâitleşmesiyle, Cumâ için merkeze inmeye karar verdik.  

Geçen gelişlerimizde tanıştığımız arkadaşlarımızı görebilmek düşüncesiyle Alaaddin Câmii’ni hedefleyerek yola çıkmıştık. Ama bindiğimiz minibüs, tahmin etmediğimiz şekliyle, Selçuklu, Bosna tarafı Fırat durağından buraya yaklaşık 40 dakîkada geldiğinde ezan da okunmuş olduğundan, garajın hemen kenarındaki câmiye yöneldik. 

GÜZEL TEVÂFUK, MÛNİS İNSANLAR… 

Aslında, bilhassa böyle târihî yerlerde değişik bir câmide namaz kılmak duygusu hep içimizde oluyor. Nitekim bugünün tevâfuku da güzel oldu. Çok güzel insanlarla karşılaştık. Başta İmam-Hatip arkadaşımız, aslen Bolulu ama buraya yerleşmiş Hâfız Yâkup ÇEVREN, yarı hâfız olduğunu öğrendiğimiz güzel sesli müezzin arkadaşımız Hasan Hüseyin ARI ve namaz sonrası görevli odasına doluşan yaşlı genç, Anadolu gönüllü, doğal insanlar. Ve hemen bir küçük kardeşimizin gidip dışardan getirdiği, sıcak gönüllerin demlediği anlaşılan tavşan kanı çaylar ve bizde uyandırdığı hislerle burası bana eski sıcak köy odalarını hatırlattı. Hattâ bir tekke ya da zâviyeyi de diyebilirim. Nitekim bu câmi, her ne kadar mîmârî olarak eskiyi hatırlatsa da daha yeni olup adını avlusunda yatan, Mevlânâ ile muâsır bir mübârek zâttan alıyormuş.  

Namazdan sonra ziyâret etmek istediğimiz, ancak kapalı olan türbesi, câmiin hemen bitişiğinde; arkada, garaj tarafında. Kayıtlarda, “Pisili Baba, Pir Esat (Sultan) Türbesi” olarak geçiyor ve burası Karatay hudutları içerisinde. Zâten buralar merkez ilçelerin kavşağı durumunda. Bir adım ötesi Selçuklu, diğeri Meram. 

ASR’EN ÇAĞDAŞ, LAKAB’EN BAĞDAŞ?... 

Pisili Baba’nın, Mevlânâ’dan 10 yıl evvel vefat eden,  lakâbını Ebû Hüreyre (RA) Hazretleri gibi kedileri çok sevmesinden, hattâ vâsiyeti üzere kedisinin de sandukasının sol ayakucuna gömüldüğü kaynaklarda yer alan bir velî olduğunu öğreniyoruz. Ve iyi ki de buraya tevâfuk etmişiz diyor, türbenin dışından fâtiha okuyup oradan ayrılıyoruz. 

Dışarda, Garaja bitişik kısımda, eski-üskü tezgâhlar üzerinde incik-gıncık, düğme-boncuk, eski-yeni âlet-edevât ağırlıklı şeylerin alınıp satıldığı bitpazarı hüviyetinde bir yerden geçtikten sonra, biraz yürüyünce Karatay Belediye binâsı çıkıyor karşımıza. Biraz sonra da kendimizi Azîziye Câmii’nin oralarda buluyoruz. Artık bundan sonrası bildik-tanıdık. Oradan da adımlarımızı tramvayın da geçtiği ana caddeden karşıya atıyoruz.  

ABDULLÂH GARİPÇİN, MUSTAFA UĞURLU… 

Geçen sefer gördüğümüz ama içeri girmediğimiz Öğretmen Evi’ydi bundan sonraki durağımız. Onun da otel, kafeterya, resepsiyon falan bir sürü kapısı var. Çaldığımız 3. Kapıda ulaştık avlunun en iç taraftaki kısmında bulunan çay ocağına. Diğer öğretmenevlerinden farklı, büyük masalarla insanların mesâfeleri uzaklaştırılmamış, yer sehpaları diyebileceğimiz masalar etrafında sımsıcak sohbetler edilen bir ortamla karşılaştık.  

Bunca kalabalıkta belki bir tanıdık ya da Ordu’da görev yapan biri çıkar, iki lâflaşırız, Ordu muhabbeti alırız diye, -lüzumsuzluk mu oldu bilmiyorum ama- genel bir selâm verip kendimi kısaca tanıttım. Ses veren olmadı. Biraz da, 70’Lİ yıllarda Ordu İmam-Hatip Okulu’nda dersimize gelen Abdullâh GARİPÇİN ya da, benim şahsen tanımadığım ama, bizden sonra okulumuzda görev yapan, zihinlerde olumlu hâtıraları yer yer dillendirilen buralı Mustafa UĞURLU Bey’e tevâfuk ederim düşüncesiyle yapmıştım bunu. Buralı diyorum, çünkü aynı dönemde bir de Trabzonlu Mustafa UĞURLU görev yapmış bizim Ordu İmam-Hatip Okulu’nda… 

ŞEDİT GÜNLER, ŞUURLU ÖĞRETMENLER… 

Her neyse, ses çıkmayınca ben de bir köşeye geçip oturdum. Bir çay söyledim. Bu arada, daha önce Sâlih AYDIN Ağabey’den telefonunu aldığım, zaman zaman buraya geldiğini bildiğim, Ordu’da da son ORİMDER sohbetlerinden birinde Hüseyin YAŞAR Bey’in, talebeye sâhip çıktığı, şuurlanması noktasında elinden geleni yaptığı ve milletin ümîdi İmam-Hatip talebelerinin kafasını karıştırmak için çabalayan şedit militanları niteliğindeki karşıt öğretmenlerle birebir mücâdelede en önlerde yer aldığını söylediği Abdullâh Bey hocamızı aradım. Kendisinin genelde her gün şehre inip, öğretmen evine de mutlakâ uğradığını, şu sıralar yoğun kış sebebiyle pek inmediğini belirtti ama bir gün kararlaştırıp görüşebileceğimizi söyledi. Biz de inşâllâh dedik. 

DAYI TALEBELER, ÇÖMEZ ÇOCUKLAR! 

Konuşmanın başında, ismimizi çıkaramadı. Ben de gayet normal karşıladım. Çünkü bir defâ 70’lerden bu yana yarım asır geçmiş, aramızda öne çıkan çok büyük talebeler vardı o zaman okul yeni açıldığı için. Hattâ birçoğumuz, başka sınıftan büyük âbiler sınıfımıza falan girdiğinde öğretmen zannediyorduk. Her neyse, ben 7 yaş büyük dayım İbrâhim YÜKSEL, rahmetli Mahmut YILDIZ Ağabey’den falan bahsettim; biz onların yanında çok küçüktük, çömezdik falan dedim.  

Andığım isimleri rahat hatırladı. Çünkü bu iki isim o zamanlar Ordu’nun gözdelerindendiler. Okulun mevlid, mehter, spor etkinliklerinde başı çekiyorlardı. Hem ikisi de, aynı zamanda resmen İmam-Hatiplik yapıyorlardı. Tanınmamaları mümkün değildi yâni. 

ALÂADDİN’DEN GÖNDELİÇ’E… 

Diğer yandan, hocamız Ordu’dan sitâyişle bahsedip, ilk göz ağrısı olduğundan, unutamayacağından, kendisini hâlâ arayan nice talebeleri bulunduğundan falan söz edince o an aklıma geldi, TDED Ordu Şûbesi olarak çıkarmayı plânladığımız GÖNDELİÇ adlı dergide değerlendirilmek üzere Ordu günleri, ilginç hâtıraları, duygu ve düşüncelerine dâir bir yazı istedik. Biraz düşündü, zorluğunu dile getirdi lâkin deneyeceği hissi ağır basan cümleler sarfetti; ümitliyiz. Zîrâ,  inanıyorum ki kalemi eline bir alsa, yazdıkça yazacaktır. Önemli olan başlamak. Mâlum, başlamak bitirmenin yarısıdır. İnşâllâh diyelim. 

Başlamak dedik ya, yazıya başlarken, geçen cumâyı tümüyle özetleyecektim gûyâ. Ama olmuyor. Çok kısımları atladığım hâlde, Öğretmen Evi’nin camından gözüken, arada tramvay yolundan başka bir şey olmayan Alaaddin Câmii’ne bile geçemedik. Kaldı ki, oradan da yazacak çok şeyler var… 

İnşâllâh gelecek yazıya diyor, Ordu, Giresun, Lüleburgaz’dakiler başta olmak üzere tüm okurlarımıza dünyâ şehri Konya’mızdan sevgiler-saygılar sunuyoruz wes’selâm… 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve orducu.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.