Nuri KAHRAMAN
Köşe Yazarı
Nuri KAHRAMAN
 

BAYRAM SÜRECİ, DERT İKSİRİ; AŞK DUASI...

Bugün arefe, yarın bayram. Gel gör ki konumuz dert! Ama böyle derde can kurban! Okuyun; siz de hak vereceksiniz. Zâten bir başlayınca bırakamayacaksınız! Bırakmak dert teşkil edecek çünkü. Neyse; sözü uzatmadan, ve de sâhibine teşekkürü unutmadan, bayram içinde bayram sadedinde mutluluğumuzun artması adına paylaşmaktan kendimizi alamadığımız yazıya bırakalım sözü; buyrun: "NOT DEFTERİMDEN SÜZÜLENLER-35 (Şerif AYDEMİR)    Kimin Yüreğinde Yara İzi Var?     Ramazandı, bayramdı; ardından seçim sath-ı mâiline girince uzun süre bu mecrada dostlarla hasbihâle oturamadık.     Siyasi tansiyonun düşmesini bekledim. Fırtına dinsin istedim. Derken ikinci bayrama eriştik.     Ne bileyim, çekindim işte. İnsanımız bir tuhaf olmuş, az sözden çok mâna çıkarıp öteye beriye yoruyor.     Her şeyi söylemek bana düşmez elbette. Etraf taş çakıl dolu. Söz öyle buyrulmuştur, testi taştan korkar denilmiştir. *** "SÜKÛT BAŞIMI HOŞ TUTUYOR..." ***     Bazen, bilhassa bu netameli günlerde susmam gerektiğine inanıyorum. Meşrebim bunu götürüyor. Sükût başımı hoş tutuyor. Zaten diyeceğim ne ki?     Abbas Sayar 1950’li yıllarda “Bozok” diye bir gazete çıkarırmış. Orada kendine ait “Hangi Birini Söyleyeyim” diye bir sütunu varmış. Şükür, benim öyle bir sıkıntım yok, diyeceklerim kuyruğa girmiyor ya…     Abbas Sayar’ın yazdıklarını sonraki zamanlarda baştan sona okuma fırsatı buldum. Ondan üslûp kapmaya çalıştım, edebi zevk tattım. Düzgün ve akışkan Türkçesiyle kaleme aldığı biraz hüzünlü biraz kahırlı da olsa hayata dair, insan ilişkilerine dair ne iğneleyici ifadeler yakaladım. Bir dörtlükte diyordu ki;        Yerden göğe küp dikseler,        Birbirine bent etseler,        Altından birin çekseler,        Seyreyle sen gümbürtüyü. *** BOZKIR İNSANI, EZELÎ ÜLFET... ***     Öyle işte. Bozkır insanı… Onlara ezeli ülfetimiz vardır bizim.     Bir soruya, Abbas Sayar, kendisinin yazdığı o çok bilinen romanını işaret ederek “Ben biraz da yılkı atıyım” diye cevap vermişti.     Koşuma gelmeyen, iradesi bağlanamayan karakterler.     Eskiler “ahrâr” derdi. Serbestler, hür düşünceliler… Ayrık otu gibi az ötede duranlar… *** RUH AKRABÂLIĞI DİYE BİR ŞEY!... ***     Niyedir bilmem; hangi coğrafyalarda, hangi çağlarda yaşarsa yaşasınlar, onlarla ruh akrabası olduğum hissine kapılırım hep.     Ebu Zer, Cibran, Istrati, Aytmatov, Abbas Sayar, Neşet Ertaş…     Yeri gelince susan diller, yeri gelince eşini kaybetmiş kumru gibi zarilenen gönüller. Karacaoğlan’ın o çok sevdiğim koşmasını burada bir kez daha seslendirmek istedim.        Dağ salına konan kervan        Yağmur yağar gerilenir        Bir kötüye düşen dilber        Ölmez ama zarilenir. *** "İÇERİMİ DERT DERYÂSI BÜRÜMÜŞ!... ***     Biz susarız susmasına da derdimiz eksilmez ki, hasretimiz bitmez ki… İşte tam da şu türküde olduğu gibi:        Bizim pencereler yele karşıdır        Muhabbet dediğin karşı karşıdır        İçerimi gam deryası bürümüş        Gülüp oynadığım ele karşıdır ***** ŞARLO'DAN TOLSTOY'A... *****     Charlie Chaplin(Şarlo), yağmurda yürümeyi severmiş, ağladığını kimse fark etmesin diye.     Tolstoy da, Harp ve Sulh’ta bir cümle kurmuştu, öyle okunup geçilecek cinsten değildi. İnsanın içine derin bir çentik atıyordu: “Herkesten çok güldü, belli ki acı çekiyor.” *** "O MÂHUR BESTE ÇALAR..." ***     Ve bir Attilâ İlhan dizesi: Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız     Bu yıl çokça sözünü edeceğimiz, adına programlar hazırlayacağımız Âşık Veysel de dert ve hasret adamıydı. Kendini öyle tarif ediyordu:    Dağlar çiçek açar Veysel dert açar    Derdine düştüğüm yâr benden kaçar    Gerçek âşık olan kendinden geçer    Derdini âleme yayar iniler…     Veysel Ağa’mızı ne çok özlüyoruz. *** BENİM ADIM DERTLİ DOLAP... ***     Hoş, şimdi sağ olsaydı gene kıymetini bilmezdik. O da bir başka yaramız.     Az önce andığım isimler ve daha niceleri Yunus’un “Dertli Dolabı” misali ömürleri tükenene kadar inleyip durdular.     Neyleyim, elimden ne gelir; oldum olası tasasız, kedersiz, gailesiz, hasret yoksulu adamlara yakın gidemedim. Ayağım varsa gönlüm varmadı. Kimin yüreğinde yara izi var, onun ardına düştüm. *** HERKESİN BİR DERDİ VAR; DURUR İÇERİSİNDE... ***     Karadenizli analar ne güzel söylerler; herkesin bir derdi var durur içerisinde diye. Aslında dert içerde rahat durmaz. Zonklar, kıpraşır, kavurur.     Dertsiz insan sermayesini tüketmiş insandır. O artık sanat üretemez. Doymuştur. Kasları esnemiş, oh rahatlamıştır. Avurdunu biraz daha şişirmek için vardır. Yumağını büyütmekle meşguldür. ***** "YİYEN, DOYAN, YATAN..." *****     Yusuf Hâs Hâcib asırlar öncesinden Kutadgu Bilig’e bir söz kondurmuştu: “Yiyen, doyan, yatan hayvandır.”     Şimdi şair, “Kimse âşık değil bu şehirde, kimsenin uykusu fesleğen kokmuyor” dese bile hangimizin umurunda?  Çünkü dünyaya alışan, dünyanın rahatlığına ulaşan şiiri terk eder. Saz çalmayan tel kıymeti ne bilsin.     Çok şükür, içimizden yılkı atları da çıkıyor; Metin Eloğlu bunca dünyalının arasından başını doğrultup kızının adını Şiir koymuştu. *** ÜSKÜDAR’DA, KÂTİBİM'DE; YILLAR ÖNCE... ***     Yıllar önceydi, Türkiye Yazarlar Birliği bir etkinliğin ardından akşam yemeği için bizi Üsküdar’da Katibim’e götürmüştü. Başköşede rahmetli şair Sedat Umran oturuyordu. Son demleriydi. Büzülmüş, ufalmış boncuk kadar kalmıştı. Gözlerinden bölük bölük göçmen kuşlar havalanıyordu. Gitgide incelen dudakları, örselenmiş damarlar gibi pıtır pıtır atıyor, gelenleri mecalsiz bakışlarla selamlıyordu. Değerli eğitimci, saz ve söz ustası rahmetli Nurettin Albayrak’la yanına vardık. Tazimde bulunduk. Etrafını saran gençlerden biri dedi ki: *** SİZİ ÇOK SAĞLIKLI GÖRDÜK!... ***     -Efendim, sizi çok sağlıklı gördük. İyi olduğunuz yüzünüzden okunuyor. Ne güzel…     Sedat Umran acı acı gülümsedi:     -Ya öyle mi? Demek boş çuvala benziyorum; gamsız, kasavetsiz… O kadar kötü şairim yani…     Sedat Umran; yüzünde beliren tasasız ve kedersiz çizgileri şairliğine yakıştıramamıştı, hiç unutmam. *** MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ!... ***     30 Ocak 2009 tarihinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Ziya Osman Saba’yı anma toplantısı düzenlenmişti. Üç beş arkadaş koşturup gittik. Hani; Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi hikâyesini yazan, “Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı/Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu/ arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu/ Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım” diyen şair. İstanbul’daki her taşı yere düşmüş ekmek gibi öpüp başına götürmek ve korunaklı bir köşeye koymaktan söz eden adam… 1957 yılında ebedi âleme göçmüştü. Ardından Haldun Taner onun için, 24 saati şiirdi diye yazmıştı. Kültür merkezinde o gün, hakkında konuşmalar yapıldı, slayt gösterildi, hikâyeler anlatıldı. O hikâyelerden birini bari burada dercedeyim: *** SOĞUKLAR KIŞI MÜJDELİYOR... ***     Ekim ayı sonları. Ara soğuklar usul usul kapı ve pencere pervazlarından sızarak kışı müjdeliyor. Kadıköy Misak-ı Milli Sokak’taki evde, Ziya Osman kahvaltısını alelacele bitirip masasındaki kâğıtların arasına gömmüş hummalı başını. Koca dünya bir pula…     Hanımı diyor ki:     -Ben pazara gidiyorum. Bak borularını, telini, çubuğunu öteberisini hazırladım. Gelinceye kadar sobayı kur emi? Çok geç kalmam. ***** ODANIN İÇİ TOZ TOPRAK!... *****     Kadın dönüyor ki, ne görsün; borular ortalığa saçılmış, her bir araç gereç bir yanda, odanın içi toz toprak. Ziya Osman ise kendi âleminde…     -Behey adam! Bu ne hâl? Bir sobayı kuramadın mı?     -Kuramadım. Sen soba kurucuyla değil, şairle evlendin. Kelimeleri, mısraları yan yana dizmekten elim olmadı ki boruları uç uca getireyim.     -Şiirini sonra yazaydın?     -Sor bakalım, dert sıraya giriyor mu, sonrayı bekliyor mu? *** "GİT! KENDİNE BİR DERT SATIN AL!..." ***     Hanımı şaşıp kalıyor:     -Dert mi? Ne derdi, senin derdin mi var?     Kadıncağız Feridüddin Attâr’ı tanımamış ki, nerden bilsin üveyik hangi dalın, hangi dağın kuşudur?     “Dostum! Git çarşı pazardan kendine bir dert satın al; bulamazsan gel ben sana ödünç vereyim.” *** EMEKCAN'IN HARÇLIK DÂVÂSI!... ***     Kendi çapımda bir arşivim var, arada bir dosyaların arasında dolandığım olur. 15 Temmuz 2014 tarihli gazete kupürü elime geldi. Niye kesmişim ki, sıradan bir haber gibi duruyor diyecektim ama öyle değilmiş. Bazen bir küçük bilgi koca bir dünya açar insanın önüne. Haber şöyle:     İzmir’de ilkokuldayken, “Köprü geçişi zamlandı, servis parası artınca harçlığım azaldı, okumam engelleniyor” diyerek dava açan ve kazanan Emekcan K., 13 yıl sonra hukuk fakültesini başarıyla bitirerek avukatlığa ilk adım attı. “Daha o gün, avukat olup haksızlıklara karşı durmayı dert edinmiştim” diyor Emekcan K. Nasıl sevdim Emekcan’ı; akrabam gibi, dostum gibi… Mevlâ’ya Leylâ’dan gidilir. Büyük küçük fark eder mi; bir hayırlı işin izleğine düşmek , dert edinmek ne insani ve asil bir duygu. *** "BAŞ AĞRITSINLAR DİYE YAZDIM!... ***     Zeval adlı şiir kitabıyla 2013 yılı Cevdet Kudret edebiyat ödülünü alan Fırat Caner, “Zeval’daki şiirleri baş ağrıtsınlar, insanları rahatsız etsinler, dertlendirsinler” diye yazdım demişti.     Dertsiz, sevdasız, meraksız adam mı olur? Gönül sızısı taşımayanın kendisini kim taşır acaba? Buraya uygun düşen ve biraz da can acıtan bir halk deyimimiz vardır: Ağrısız baş balkabağına benzer, diye. *** "BİR DERDİM VAR; DERMÂNA DEĞİŞMEM!..." ***     Hatayî de dert ehliydi. Hasreti vardı. Ham ve çiğ kalmaktan korkuyor, arınmak için ancak derde umut bağlıyordu. Fuzûlî’ce derde talipti:     “Bir derdim var bin dermana değişmem.”     Niyâzi Mısrî farklı mıydı sanki? “Ben derdime derman ararım, derdim bana derman imiş” ***** MALATYA EFE GARAJI... *****     Arguvan’ın Morhamam köyüne ait bir türküyü liseli yıllarımda(1967) Malatya Efe Garajı’nda Hasan Hüseyin Amca’dan dinlemiştim. Köyün yamacına kurulmuş jandarma karakolundaki Burdurlu bir askerin ağzından yakılan türkü hazin bir aşk hikâyesini anlatıyordu. Sülün gibi yeni yeni boy attığım mevsimdi. O türküde iç burkan, yüreğe oturan bir ses yakalamıştı taze gönlüm. Hasan Hüseyin Amca demişti ki; yoksul, sakin, çöp gibi zayıf bir asker aşk derdine düşünce koca köye karşı durmayı bildi. Dert onu yiğit kıldı. *** MOR HAMAMIN KAVAKLARI!... *** Morhamam’ın kavakları sıra sıralı Şivan düşmüş yürekleri yaralı Ne garibim ne de oldum buralı Derdi derde sırdaş eder giderim     Üç bölük turna uçtu buradan Dertsizler, gafiller çıktı aradan Beni aşk yoluna saldı Yaradan Derdi derde yoldaş eder giderim *** "GENE DE GÜZELLERİN DERDİ BİTMEZ!..." ***     Dünya huzura erse, bütün sevgililer kavuşup da yerle gök dudak dudağa gelse, velev bülbülün âhüzarı dinse; dünyanın kaderidir, gene de güzellerin derdi bitmez işte. *** GÖTÜRECEK SEVDÂ, GETİRECEK SANCI!... ***     Bizi peşinden sürütüp götürecek bir sevdamız, şifası kendi içinde saklı bir derdimiz olmalı. Adımlarımızı ardından korkusuz ve gümansız atabileceğimiz bir sevda…     İnsan, aşkı sürme gibi gözüne ve gönlüne çekerse, Yusuf’un kokusunu tâ Mısır’dan alır. *** "ALLÂH DERDİMİZİ ARTIRSIN!... ***     Tasavvuf büyüklerimiz, Allah derdimizi artırsın diye yakarırlarmış. Ondan olsa gerektir, Fuzûlî, dertsiz olmayı en büyük dert sayıyordu. Herhâlde Leylâ’sız hayatın Mecnun olmaktan beter olduğunu da biliyordu. *** MUHABBETOĞULLARI KABÎLESİ!... ***     Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk’ın 242 ila 252 beyitlerinde güzel huylu bir Arap kabilesinden bahseder. Muhabbetoğulları… Fakat ne kabile? Dert kabilesi. Hepsi kara bahtlı ve sapsarı yüzlü idi. Giydikleri temmuz güneşi, içtikleri ise dünyayı yakan ateşti. Her birisi dudakları kılıç gibi kanlı bir güzele vurulmuştu. Mecnun dahi o kabiledendi. *** "RAHATINIZI KAÇIRMAK İÇİN GELDİM!..." *** Söze can veren şairler, ozanlar, dertliler, gönül yarası taşıyan mihnetzedeler derece derece, kablarınca o ocaktan nasiplendiler.     Bir yazısında, ben sizin rahatınızı kaçırmak için geldim demişti Ali Şeriati. Her şafak sökümünde “Allah’ım sanatçılarımıza dert bağışla” diye dua ediyordu. *** YÜREĞİ YANIK DÜNYÂ GARİBİ!... **(     Cahit Sıtkı Tarancı, daha erken yaşlarda şiir yazmaya başlamış. İçinde ne zonkluyorsa geceleri uyuyamaz,  “Şiirimi güzelleştir Allah’ım” diye el açarmış. Ne çok severim Tarancı’yı. O yüreği yanık bir dünya garibidir. *** "DÜNYÂYI BİR KENARA YAZIYORUM..." ***     Yaşayan deryadil bir şairimiz var, ömrü bereketlensin. Ben şiir yazmıyorum, dünyayı bir kenara yazıyorum diyen İbrahim Tenekeci. O da yakarıyor; Allah’ım sözümü kesme, derdim var benim… *** SANATÇI TAVIK MİSÂLİ Mİ?!... ***     Sanatçı, doğum sancısı çeker gibi üretme sancısı çeker. Tavuk misali gıd gıd eder gezer, yerinde duramaz, evlere giremez. Uluması göğe çıkar. Yükü ateş olan çarşıya sığmaz çünkü… *** ŞÂİR MİYİM, DERTLİ Mİ?! ***     Bir mecliste Mehmet Akif’e “Büyük şair” diye hitap etmişlerdi. Mahcup olmuştu: “Bilmiyorum ben şair miyim? Ama bir derdim var, işte onu biliyorum.” *** BAHTİYÂR VAHAPZÂDE OĞLU ÂZER... ***     Bakü’de Bahtiyar Vahapzade’nin evindeydik. Oğlu Azer Bey anlattı: Bir gün Vahapzade’ye, şair nasıl olunur, diye sormuşlar. Ne desin, şairce cevap vermiş: İnsanın sevdiğini elinden alacaksın, benim vatanımı aldılar… *** DERDİ ÖMRÜNDEN UZUN!... ***     Ne mutlu, o, derdi ömründen uzun olanlara! Kaygıları dağları aşanlara!      Kim ne derse desin, dost hatırı gözetir gibi dert hatırını da gözetmek gerektiğine inanırım ben.     Derdiyle başı hoş olanlar vardır. *** SEVDÂNIN NÂRI DA HOŞ, NÛRU DA!... ***     Aşk u sevdanın nârı da hoştur nuru da… Maşrapasını hangi çeşmenin oluğuna tuttu acaba? Bir dut yaprağını; arı yer bal tatlandırır, inek yer süt köpürtür, böcek yer ipek dokur.     Bakınız İlhan Berk nasıl munisleşir, gönlünde gökçe duygular nasıl da ıtırlanır… Ne böyle sevdalar gördüm, ne böyle ayrılıklar dizeleriyle içi seğirir. *** NE ZAMAN SENİ DÜŞÜNSEM!... ***   Ne zaman seni düşünsem   Bir ceylan su içmeye iner   Çayırları büyürken görüyorum   …   Seni düşündükçe   Gül dikiyorum elimin değdiği yere   Atlara su veriyorum   Daha bir seviyorum dağları… *** HADİ SİZE BİR AŞK HİKÂYESİ!... ***     Söz yuvasını bulmuşken hadi bir hikâye anlatayım:     İki gönül bir olup el ele kaçmışlardı. Ama kız reşid değildi, yaşı tutmuyordu. Şikâyet edilince delikanlıyı yakalayıp hapse attılar. Aileler baktılar ki olacak gibi değil, bu sevdaya güçleri yetmeyecek, araya hatırlı adamları soktular. Sessizce nişan yapıldı ve hâkimliğe dilekçe verildi. ***** NİŞANLINA HABER VER!... ***** Kız duruşmaya gelecek, biz evleniyoruz diye beyanda bulunacak, delikanlı da tahliye olacaktı. Hâkim çocuğa:     -Nişanlına haber gönder, mahkemeye ifadeye gelsin dedi.     Çocuk konuşamadı bir süre. Melül mahzun hâkimin yüzüne bakıyordu.     -Hâkim bey, nişanlım buraya gelip o beyanı vermese ben daha ne kadar yatarım?     -Altı ay. *** BEN O HAPSİ YATARIM HÂKİMBEY!... ***     -Ben o hapsi yatarım Hâkim Bey, nişanlım buraya gelmesin.     -Derdin ne oğlum?     -Hâkim Bey, dut kurusu ile yâr sevilmez, sevgi emek ister. Benim sevdiceğim çok nazenindir, gönlü narindir. Buralara gelip jandarma dipçiği, polis kelepçesi görmesin. Taze yüreğine gölge düşmesin. Ben razıyım hapis yatmaya. Derdimi anlıyorsun değil mi? *** DERDİNE KURBAN ÇOCUK!... ***     Hâkimi iyi tanıyordum. Onun da NASILSIN hangi duyguların kaynadığını tahmin ediyordum. Mutlaka içinden söylenmiştir:     -Hey yiğit çocuk! Ben senin derdine kurban olurum! *** SEVDÂ KARASI, KESİK YARASI... ***     Benim de o gün, duruşma salonunda, tâ 15. Yüzyıldan kanat çırpan Necati’nin şiirinin mânası havalandırmıştı göğsümü:     “Sevgilinin eteğini aşk ile öyle sağlam tutayım ki, bizi ayırmak için ya elimi keseler, ya sevgilinin eteğini”     Bir yerde kesik yarası sızlıyordu ama nerede; elde mi, etekte mi? *** MENEVİŞ KOKULU ADAM! ***     Bu İsmet Özel ne meneviş kokulu, ne reyhan esintili bir adam… İnsanın koşup evlat gibi sarılası geliyor. Öyle içimizi nakışlamış, bizi öyle elvanlı ve cömert vakitlere hazırlamıştı… Durup dururken bir gün;  “Yarası olanlar şair olacak” demişti de, o günden sonra yara ile yâr’ı akraba bilmiştik. *** ALACA DUMANLAR... ***     Ulu kayalıklarda sürmeli geyikler gezintiye çıktığında, dağların başına alaca dumanlar çöktüğünde ve mavili ay ışığı ovayı sardığında siz ne kadar dünyanın ıssızlığına kaçsanız da bu şairlerin elinden kurtulamazsınız.     Sevgili sinema yönetmenimiz Mesut Uçakan’ın buğulu ve köpüklü sadâsı hâlâ kulağımda:     -Aşk duasına çıkın ey millet!" *** BAYRAM KURBAN OLMAKTIR... *** Ki, kurbanınız bayram, bayramınız kurban olsun. Çünkü kurban bayramdır. Bayram kurban olmaktır. Bugün Arefe, yarın bayram. Canımız dâvâmıza kurban olsun. Kurbanımız dâvâmızın biniti olsun. *** ÜLKEMİZ BURAK, COĞRAFYAMIZ DURAK OLSUN... *** Binitimiz niyetimizin kanıtı olsun. Bayramımız mübârek olsun. Türkiye Yüzyılı hayâllerimizin burağı, mazlum coğrafyamız  mîracımızın durağı olsun. *** BAYRAMIMIZ BAYRAM OLSUN... *** Nice bayramlara, hep birlikte sevdiklerimizle berâber ve de Rabbimizden bizleri Efendimiz SAVin komşuluğunda da buluşturması niyâzıyla cümleye sevgiler-saygılar wes'selâm...
Ekleme Tarihi: 27 Haziran 2023 - Salı

BAYRAM SÜRECİ, DERT İKSİRİ; AŞK DUASI...

Bugün arefe, yarın bayram. Gel gör ki konumuz dert! Ama böyle derde can kurban! Okuyun; siz de hak vereceksiniz. Zâten bir başlayınca bırakamayacaksınız! Bırakmak dert teşkil edecek çünkü.

Neyse; sözü uzatmadan, ve de sâhibine teşekkürü unutmadan, bayram içinde bayram sadedinde mutluluğumuzun artması adına paylaşmaktan kendimizi alamadığımız yazıya bırakalım sözü; buyrun:

"NOT DEFTERİMDEN SÜZÜLENLER-35

(Şerif AYDEMİR)

   Kimin Yüreğinde Yara İzi Var?

    Ramazandı, bayramdı; ardından seçim sath-ı mâiline girince uzun süre bu mecrada dostlarla hasbihâle oturamadık.

    Siyasi tansiyonun düşmesini bekledim. Fırtına dinsin istedim. Derken ikinci bayrama eriştik.

    Ne bileyim, çekindim işte. İnsanımız bir tuhaf olmuş, az sözden çok mâna çıkarıp öteye beriye yoruyor.

    Her şeyi söylemek bana düşmez elbette. Etraf taş çakıl dolu. Söz öyle buyrulmuştur, testi taştan korkar denilmiştir.

*** "SÜKÛT BAŞIMI HOŞ TUTUYOR..." ***

    Bazen, bilhassa bu netameli günlerde susmam gerektiğine inanıyorum. Meşrebim bunu götürüyor. Sükût başımı hoş tutuyor. Zaten diyeceğim ne ki?

    Abbas Sayar 1950’li yıllarda “Bozok” diye bir gazete çıkarırmış. Orada kendine ait “Hangi Birini Söyleyeyim” diye bir sütunu varmış. Şükür, benim öyle bir sıkıntım yok, diyeceklerim kuyruğa girmiyor ya…

    Abbas Sayar’ın yazdıklarını sonraki zamanlarda baştan sona okuma fırsatı buldum. Ondan üslûp kapmaya çalıştım, edebi zevk tattım. Düzgün ve akışkan Türkçesiyle kaleme aldığı biraz hüzünlü biraz kahırlı da olsa hayata dair, insan ilişkilerine dair ne iğneleyici ifadeler yakaladım. Bir dörtlükte diyordu ki;

       Yerden göğe küp dikseler,

       Birbirine bent etseler,

       Altından birin çekseler,

       Seyreyle sen gümbürtüyü.

*** BOZKIR İNSANI, EZELÎ ÜLFET... ***

    Öyle işte. Bozkır insanı… Onlara ezeli ülfetimiz vardır bizim.

    Bir soruya, Abbas Sayar, kendisinin yazdığı o çok bilinen romanını işaret ederek “Ben biraz da yılkı atıyım” diye cevap vermişti.

    Koşuma gelmeyen, iradesi bağlanamayan karakterler.

    Eskiler “ahrâr” derdi. Serbestler, hür düşünceliler… Ayrık otu gibi az ötede duranlar…

*** RUH AKRABÂLIĞI DİYE BİR ŞEY!... ***

    Niyedir bilmem; hangi coğrafyalarda, hangi çağlarda yaşarsa yaşasınlar, onlarla ruh akrabası olduğum hissine kapılırım hep.

    Ebu Zer, Cibran, Istrati, Aytmatov, Abbas Sayar, Neşet Ertaş…

    Yeri gelince susan diller, yeri gelince eşini kaybetmiş kumru gibi zarilenen gönüller. Karacaoğlan’ın o çok sevdiğim koşmasını burada bir kez daha seslendirmek istedim.

       Dağ salına konan kervan

       Yağmur yağar gerilenir

       Bir kötüye düşen dilber

       Ölmez ama zarilenir.

*** "İÇERİMİ DERT DERYÂSI BÜRÜMÜŞ!... ***

    Biz susarız susmasına da derdimiz eksilmez ki, hasretimiz bitmez ki… İşte tam da şu türküde olduğu gibi:

       Bizim pencereler yele karşıdır

       Muhabbet dediğin karşı karşıdır

       İçerimi gam deryası bürümüş

       Gülüp oynadığım ele karşıdır

***** ŞARLO'DAN TOLSTOY'A... *****

    Charlie Chaplin(Şarlo), yağmurda yürümeyi severmiş, ağladığını kimse fark etmesin diye.

    Tolstoy da, Harp ve Sulh’ta bir cümle kurmuştu, öyle okunup geçilecek cinsten değildi. İnsanın içine derin bir çentik atıyordu: “Herkesten çok güldü, belli ki acı çekiyor.”

*** "O MÂHUR BESTE ÇALAR..." ***

    Ve bir Attilâ İlhan dizesi:

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız

O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

    Bu yıl çokça sözünü edeceğimiz, adına programlar hazırlayacağımız Âşık Veysel de dert ve hasret adamıydı. Kendini öyle tarif ediyordu:

   Dağlar çiçek açar Veysel dert açar

   Derdine düştüğüm yâr benden kaçar

   Gerçek âşık olan kendinden geçer

   Derdini âleme yayar iniler…

    Veysel Ağa’mızı ne çok özlüyoruz.

*** BENİM ADIM DERTLİ DOLAP... ***

    Hoş, şimdi sağ olsaydı gene kıymetini bilmezdik. O da bir başka yaramız.

    Az önce andığım isimler ve daha niceleri Yunus’un “Dertli Dolabı” misali ömürleri tükenene kadar inleyip durdular.

    Neyleyim, elimden ne gelir; oldum olası tasasız, kedersiz, gailesiz, hasret yoksulu adamlara yakın gidemedim. Ayağım varsa gönlüm varmadı. Kimin yüreğinde yara izi var, onun ardına düştüm.

*** HERKESİN BİR DERDİ VAR; DURUR İÇERİSİNDE... ***

    Karadenizli analar ne güzel söylerler; herkesin bir derdi var durur içerisinde diye. Aslında dert içerde rahat durmaz. Zonklar, kıpraşır, kavurur.

    Dertsiz insan sermayesini tüketmiş insandır. O artık sanat üretemez. Doymuştur. Kasları esnemiş, oh rahatlamıştır. Avurdunu biraz daha şişirmek için vardır. Yumağını büyütmekle meşguldür.

***** "YİYEN, DOYAN, YATAN..." *****

    Yusuf Hâs Hâcib asırlar öncesinden Kutadgu Bilig’e bir söz kondurmuştu: “Yiyen, doyan, yatan hayvandır.”

    Şimdi şair, “Kimse âşık değil bu şehirde, kimsenin uykusu fesleğen kokmuyor” dese bile hangimizin umurunda?  Çünkü dünyaya alışan, dünyanın rahatlığına ulaşan şiiri terk eder. Saz çalmayan tel kıymeti ne bilsin.

    Çok şükür, içimizden yılkı atları da çıkıyor; Metin Eloğlu bunca dünyalının arasından başını doğrultup kızının adını Şiir koymuştu.

*** ÜSKÜDAR’DA, KÂTİBİM'DE; YILLAR ÖNCE... ***

    Yıllar önceydi, Türkiye Yazarlar Birliği bir etkinliğin ardından akşam yemeği için bizi Üsküdar’da Katibim’e götürmüştü. Başköşede rahmetli şair Sedat Umran oturuyordu. Son demleriydi. Büzülmüş, ufalmış boncuk kadar kalmıştı. Gözlerinden bölük bölük göçmen kuşlar havalanıyordu. Gitgide incelen dudakları, örselenmiş damarlar gibi pıtır pıtır atıyor, gelenleri mecalsiz bakışlarla selamlıyordu. Değerli eğitimci, saz ve söz ustası rahmetli Nurettin Albayrak’la yanına vardık. Tazimde bulunduk. Etrafını saran gençlerden biri dedi ki:

*** SİZİ ÇOK SAĞLIKLI GÖRDÜK!... ***

    -Efendim, sizi çok sağlıklı gördük. İyi olduğunuz yüzünüzden okunuyor. Ne güzel…

    Sedat Umran acı acı gülümsedi:

    -Ya öyle mi? Demek boş çuvala benziyorum; gamsız, kasavetsiz… O kadar kötü şairim yani…

    Sedat Umran; yüzünde beliren tasasız ve kedersiz çizgileri şairliğine yakıştıramamıştı, hiç unutmam.

*** MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ!... ***

    30 Ocak 2009 tarihinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Ziya Osman Saba’yı anma toplantısı düzenlenmişti. Üç beş arkadaş koşturup gittik. Hani; Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi hikâyesini yazan, “Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı/Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu/ arkadaşlık ederdi yolda ihtiyar komşu/ Nasıl hafif gelirdi eve taşıdıklarım” diyen şair. İstanbul’daki her taşı yere düşmüş ekmek gibi öpüp başına götürmek ve korunaklı bir köşeye koymaktan söz eden adam… 1957 yılında ebedi âleme göçmüştü. Ardından Haldun Taner onun için, 24 saati şiirdi diye yazmıştı. Kültür merkezinde o gün, hakkında konuşmalar yapıldı, slayt gösterildi, hikâyeler anlatıldı. O hikâyelerden birini bari burada dercedeyim:

*** SOĞUKLAR KIŞI MÜJDELİYOR... ***

    Ekim ayı sonları. Ara soğuklar usul usul kapı ve pencere pervazlarından sızarak kışı müjdeliyor. Kadıköy Misak-ı Milli Sokak’taki evde, Ziya Osman kahvaltısını alelacele bitirip masasındaki kâğıtların arasına gömmüş hummalı başını. Koca dünya bir pula…

    Hanımı diyor ki:

    -Ben pazara gidiyorum. Bak borularını, telini, çubuğunu öteberisini hazırladım. Gelinceye kadar sobayı kur emi? Çok geç kalmam.

***** ODANIN İÇİ TOZ TOPRAK!... *****

    Kadın dönüyor ki, ne görsün; borular ortalığa saçılmış, her bir araç gereç bir yanda, odanın içi toz toprak. Ziya Osman ise kendi âleminde…

    -Behey adam! Bu ne hâl? Bir sobayı kuramadın mı?

    -Kuramadım. Sen soba kurucuyla değil, şairle evlendin. Kelimeleri, mısraları yan yana dizmekten elim olmadı ki boruları uç uca getireyim.

    -Şiirini sonra yazaydın?

    -Sor bakalım, dert sıraya giriyor mu, sonrayı bekliyor mu?

*** "GİT! KENDİNE BİR DERT SATIN AL!..." ***

    Hanımı şaşıp kalıyor:

    -Dert mi? Ne derdi, senin derdin mi var?

    Kadıncağız Feridüddin Attâr’ı tanımamış ki, nerden bilsin üveyik hangi dalın, hangi dağın kuşudur?

    “Dostum! Git çarşı pazardan kendine bir dert satın al; bulamazsan gel ben sana ödünç vereyim.”

*** EMEKCAN'IN HARÇLIK DÂVÂSI!... ***

    Kendi çapımda bir arşivim var, arada bir dosyaların arasında dolandığım olur. 15 Temmuz 2014 tarihli gazete kupürü elime geldi. Niye kesmişim ki, sıradan bir haber gibi duruyor diyecektim ama öyle değilmiş. Bazen bir küçük bilgi koca bir dünya açar insanın önüne. Haber şöyle:

    İzmir’de ilkokuldayken, “Köprü geçişi zamlandı, servis parası artınca harçlığım azaldı, okumam engelleniyor” diyerek dava açan ve kazanan Emekcan K., 13 yıl sonra hukuk fakültesini başarıyla bitirerek avukatlığa ilk adım attı. “Daha o gün, avukat olup haksızlıklara karşı durmayı dert edinmiştim” diyor Emekcan K. Nasıl sevdim Emekcan’ı; akrabam gibi, dostum gibi… Mevlâ’ya Leylâ’dan gidilir. Büyük küçük fark eder mi; bir hayırlı işin izleğine düşmek , dert edinmek ne insani ve asil bir duygu.

*** "BAŞ AĞRITSINLAR DİYE YAZDIM!... ***

    Zeval adlı şiir kitabıyla 2013 yılı Cevdet Kudret edebiyat ödülünü alan Fırat Caner, “Zeval’daki şiirleri baş ağrıtsınlar, insanları rahatsız etsinler, dertlendirsinler” diye yazdım demişti.

    Dertsiz, sevdasız, meraksız adam mı olur? Gönül sızısı taşımayanın kendisini kim taşır acaba? Buraya uygun düşen ve biraz da can acıtan bir halk deyimimiz vardır: Ağrısız baş balkabağına benzer, diye.

*** "BİR DERDİM VAR; DERMÂNA DEĞİŞMEM!..." ***

    Hatayî de dert ehliydi. Hasreti vardı. Ham ve çiğ kalmaktan korkuyor, arınmak için ancak derde umut bağlıyordu. Fuzûlî’ce derde talipti:

    “Bir derdim var bin dermana değişmem.”

    Niyâzi Mısrî farklı mıydı sanki? “Ben derdime derman ararım, derdim bana derman imiş”

***** MALATYA EFE GARAJI... *****

    Arguvan’ın Morhamam köyüne ait bir türküyü liseli yıllarımda(1967) Malatya Efe Garajı’nda Hasan Hüseyin Amca’dan dinlemiştim. Köyün yamacına kurulmuş jandarma karakolundaki Burdurlu bir askerin ağzından yakılan türkü hazin bir aşk hikâyesini anlatıyordu. Sülün gibi yeni yeni boy attığım mevsimdi. O türküde iç burkan, yüreğe oturan bir ses yakalamıştı taze gönlüm. Hasan Hüseyin Amca demişti ki; yoksul, sakin, çöp gibi zayıf bir asker aşk derdine düşünce koca köye karşı durmayı bildi. Dert onu yiğit kıldı.

*** MOR HAMAMIN KAVAKLARI!... ***

Morhamam’ın kavakları sıra sıralı

Şivan düşmüş yürekleri yaralı

Ne garibim ne de oldum buralı

Derdi derde sırdaş eder giderim    

Üç bölük turna uçtu buradan

Dertsizler, gafiller çıktı aradan

Beni aşk yoluna saldı Yaradan

Derdi derde yoldaş eder giderim

*** "GENE DE GÜZELLERİN DERDİ BİTMEZ!..." ***

    Dünya huzura erse, bütün sevgililer kavuşup da yerle gök dudak dudağa gelse, velev bülbülün âhüzarı dinse; dünyanın kaderidir, gene de güzellerin derdi bitmez işte.

*** GÖTÜRECEK SEVDÂ, GETİRECEK SANCI!... ***

    Bizi peşinden sürütüp götürecek bir sevdamız, şifası kendi içinde saklı bir derdimiz olmalı. Adımlarımızı ardından korkusuz ve gümansız atabileceğimiz bir sevda…

    İnsan, aşkı sürme gibi gözüne ve gönlüne çekerse, Yusuf’un kokusunu tâ Mısır’dan alır.

*** "ALLÂH DERDİMİZİ ARTIRSIN!... ***

    Tasavvuf büyüklerimiz, Allah derdimizi artırsın diye yakarırlarmış. Ondan olsa gerektir, Fuzûlî, dertsiz olmayı en büyük dert sayıyordu. Herhâlde Leylâ’sız hayatın Mecnun olmaktan beter olduğunu da biliyordu.

*** MUHABBETOĞULLARI KABÎLESİ!... ***

    Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk’ın 242 ila 252 beyitlerinde güzel huylu bir Arap kabilesinden bahseder. Muhabbetoğulları… Fakat ne kabile? Dert kabilesi. Hepsi kara bahtlı ve sapsarı yüzlü idi. Giydikleri temmuz güneşi, içtikleri ise dünyayı yakan ateşti. Her birisi dudakları kılıç gibi kanlı bir güzele vurulmuştu. Mecnun dahi o kabiledendi.

*** "RAHATINIZI KAÇIRMAK İÇİN GELDİM!..." ***

Söze can veren şairler, ozanlar, dertliler, gönül yarası taşıyan mihnetzedeler derece derece, kablarınca o ocaktan nasiplendiler.

    Bir yazısında, ben sizin rahatınızı kaçırmak için geldim demişti Ali Şeriati. Her şafak sökümünde “Allah’ım sanatçılarımıza dert bağışla” diye dua ediyordu.

*** YÜREĞİ YANIK DÜNYÂ GARİBİ!... **(

    Cahit Sıtkı Tarancı, daha erken yaşlarda şiir yazmaya başlamış. İçinde ne zonkluyorsa geceleri uyuyamaz,  “Şiirimi güzelleştir Allah’ım” diye el açarmış. Ne çok severim Tarancı’yı. O yüreği yanık bir dünya garibidir.

*** "DÜNYÂYI BİR KENARA YAZIYORUM..." ***

    Yaşayan deryadil bir şairimiz var, ömrü bereketlensin. Ben şiir yazmıyorum, dünyayı bir kenara yazıyorum diyen İbrahim Tenekeci. O da yakarıyor; Allah’ım sözümü kesme, derdim var benim…

*** SANATÇI TAVIK MİSÂLİ Mİ?!... ***

    Sanatçı, doğum sancısı çeker gibi üretme sancısı çeker. Tavuk misali gıd gıd eder gezer, yerinde duramaz, evlere giremez. Uluması göğe çıkar. Yükü ateş olan çarşıya sığmaz çünkü…

*** ŞÂİR MİYİM, DERTLİ Mİ?! ***

    Bir mecliste Mehmet Akif’e “Büyük şair” diye hitap etmişlerdi. Mahcup olmuştu: “Bilmiyorum ben şair miyim? Ama bir derdim var, işte onu biliyorum.”

*** BAHTİYÂR VAHAPZÂDE OĞLU ÂZER... ***

    Bakü’de Bahtiyar Vahapzade’nin evindeydik. Oğlu Azer Bey anlattı: Bir gün Vahapzade’ye, şair nasıl olunur, diye sormuşlar. Ne desin, şairce cevap vermiş: İnsanın sevdiğini elinden alacaksın, benim vatanımı aldılar…

*** DERDİ ÖMRÜNDEN UZUN!... ***

    Ne mutlu, o, derdi ömründen uzun olanlara! Kaygıları dağları aşanlara!

     Kim ne derse desin, dost hatırı gözetir gibi dert hatırını da gözetmek gerektiğine inanırım ben.

    Derdiyle başı hoş olanlar vardır.

*** SEVDÂNIN NÂRI DA HOŞ, NÛRU DA!... ***

    Aşk u sevdanın nârı da hoştur nuru da… Maşrapasını hangi çeşmenin oluğuna tuttu acaba? Bir dut yaprağını; arı yer bal tatlandırır, inek yer süt köpürtür, böcek yer ipek dokur.

    Bakınız İlhan Berk nasıl munisleşir, gönlünde gökçe duygular nasıl da ıtırlanır… Ne böyle sevdalar gördüm, ne böyle ayrılıklar dizeleriyle içi seğirir.

*** NE ZAMAN SENİ DÜŞÜNSEM!... ***

  Ne zaman seni düşünsem

  Bir ceylan su içmeye iner

  Çayırları büyürken görüyorum

  …

  Seni düşündükçe

  Gül dikiyorum elimin değdiği yere

  Atlara su veriyorum

  Daha bir seviyorum dağları…

*** HADİ SİZE BİR AŞK HİKÂYESİ!... ***

    Söz yuvasını bulmuşken hadi bir hikâye anlatayım:

    İki gönül bir olup el ele kaçmışlardı. Ama kız reşid değildi, yaşı tutmuyordu. Şikâyet edilince delikanlıyı yakalayıp hapse attılar. Aileler baktılar ki olacak gibi değil, bu sevdaya güçleri yetmeyecek, araya hatırlı adamları soktular. Sessizce nişan yapıldı ve hâkimliğe dilekçe verildi.

***** NİŞANLINA HABER VER!... *****

Kız duruşmaya gelecek, biz evleniyoruz diye beyanda bulunacak, delikanlı da tahliye olacaktı. Hâkim çocuğa:

    -Nişanlına haber gönder, mahkemeye ifadeye gelsin dedi.

    Çocuk konuşamadı bir süre. Melül mahzun hâkimin yüzüne bakıyordu.

    -Hâkim bey, nişanlım buraya gelip o beyanı vermese ben daha ne kadar yatarım?

    -Altı ay.

*** BEN O HAPSİ YATARIM HÂKİMBEY!... ***

    -Ben o hapsi yatarım Hâkim Bey, nişanlım buraya gelmesin.

    -Derdin ne oğlum?

    -Hâkim Bey, dut kurusu ile yâr sevilmez, sevgi emek ister. Benim sevdiceğim çok nazenindir, gönlü narindir. Buralara gelip jandarma dipçiği, polis kelepçesi görmesin. Taze yüreğine gölge düşmesin. Ben razıyım hapis yatmaya. Derdimi anlıyorsun değil mi?

*** DERDİNE KURBAN ÇOCUK!... ***

    Hâkimi iyi tanıyordum. Onun da NASILSIN hangi duyguların kaynadığını tahmin ediyordum. Mutlaka içinden söylenmiştir:

    -Hey yiğit çocuk! Ben senin derdine kurban olurum!

*** SEVDÂ KARASI, KESİK YARASI... ***

    Benim de o gün, duruşma salonunda, tâ 15. Yüzyıldan kanat çırpan Necati’nin şiirinin mânası havalandırmıştı göğsümü:

    “Sevgilinin eteğini aşk ile öyle sağlam tutayım ki, bizi ayırmak için ya elimi keseler, ya sevgilinin eteğini”

    Bir yerde kesik yarası sızlıyordu ama nerede; elde mi, etekte mi?

*** MENEVİŞ KOKULU ADAM! ***

    Bu İsmet Özel ne meneviş kokulu, ne reyhan esintili bir adam… İnsanın koşup evlat gibi sarılası geliyor. Öyle içimizi nakışlamış, bizi öyle elvanlı ve cömert vakitlere hazırlamıştı… Durup dururken bir gün;  “Yarası olanlar şair olacak” demişti de, o günden sonra yara ile yâr’ı akraba bilmiştik.

*** ALACA DUMANLAR... ***

    Ulu kayalıklarda sürmeli geyikler gezintiye çıktığında, dağların başına alaca dumanlar çöktüğünde ve mavili ay ışığı ovayı sardığında siz ne kadar dünyanın ıssızlığına kaçsanız da bu şairlerin elinden kurtulamazsınız.

    Sevgili sinema yönetmenimiz Mesut Uçakan’ın buğulu ve köpüklü sadâsı hâlâ kulağımda:

    -Aşk duasına çıkın ey millet!"

*** BAYRAM KURBAN OLMAKTIR... ***

Ki, kurbanınız bayram, bayramınız kurban olsun. Çünkü kurban bayramdır. Bayram kurban olmaktır.

Bugün Arefe, yarın bayram. Canımız dâvâmıza kurban olsun. Kurbanımız dâvâmızın biniti olsun.

*** ÜLKEMİZ BURAK, COĞRAFYAMIZ DURAK OLSUN... ***

Binitimiz niyetimizin kanıtı olsun. Bayramımız mübârek olsun. Türkiye Yüzyılı hayâllerimizin burağı, mazlum coğrafyamız  mîracımızın durağı olsun.

*** BAYRAMIMIZ BAYRAM OLSUN... ***

Nice bayramlara, hep birlikte sevdiklerimizle berâber ve de Rabbimizden bizleri Efendimiz SAVin komşuluğunda da buluşturması niyâzıyla cümleye sevgiler-saygılar wes'selâm...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve orducu.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.