Bugün, çoktan beri hasbihâl durumu hâsıl olmayan, câmide kendisini görmekle berâber ziyaret etmemizin kardeşlik borcu olduğunu düşündüğüm bir arkadaşımızla makâmında sohbet ederken konu özelde câmia, genelde toplum olarak savruluşlarımıza geldi.
HAYÂL-MEYÂL HATIRLIYORUM!
Kendi ahvâlimizi unutup yeni teâmül ve temâyülleri ve de bunların ileri derecesi olan savrulma manzaraları üzerinden konuşurken arkadaşımız;
- Ben çok küçüktüm; hayâl-meyâl hatırlıyorum. Dedem ninemi dövdü.
- O zamanlar bunlar normâl, olağan şeyler.
- Ama sebep enteresan; ninenin suçu dedenin yıkadığı atletini çocukların göreceği ön kısımlara asması!
SAVRULMADAN SAPMAYA!
Evet, başka şeyler de konuştuk, sâdece giyim-kuşam değil, ideolojik savrulmalar da gündeme geldi. Arkadaşımız sordu:
- Hocam, bizim cenahta, sanki askerî darbe günleri geri dönmüş gibi laik sempati ve izm ızharları gibi durumları neye bağlıyorsunuz?
- Neye bağlayacağız ki; resmen savrulma. Bir de; ne olur, ne olmaz. Bugünler gider, herşey eskiye döner hesâbı. Maalesef böyle zâfiyetler var.
YIKANLAR BÖYLE YAPMIŞ!
Bunlar da normâl. Osmanlıyı yıkanlar hangi şartla yeni devleti tanıdılar, neleri dayattılar? İşte tüm bunlar o hesapların ve de kabullerin doğal sonucudur. Artık bunu görebilirsek tersine bir gelişme olmak durumundadır.
UFUKTAN TEVÂFUKA
İnşâllâh diyerek, yanındayken söz edip arkadaşımıza da gönderdiğimiz, tam da onun dedesiyle ilgili anlattığı olaya tevâfuk eden, meşhur, 100'e yakın esere imza atmış Eğitimci-Yazar Ali Erkan KAVAKLI'nın bir paylaşımını burada size de arz ediyoruz.
*** E V İ N İ F F E T İ ***
"Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!..
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
-Baba anneciğim, gel beraber yiyelim, dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah, dedi.
Evin gelini:
-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer.
Yaşlı kadın:
-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!..
Yaşlı kadın söze başladı:
-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."
Torunu:
-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim, dedi.
-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum.
Hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor ama kimse utanmıyor.
Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi.
Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla...
Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde...
Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine...
Leylâ mahcup bir şekilde:
-Evet anneciğim, diyebildi.
Torunu:
-Baba anneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!..
-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?
-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar...
-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene... Gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada...
Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım.
Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...
Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki:
«Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:
-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin diye emretti. Akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
Bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."
Gelini:
-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı, dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakti:
-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim, dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti."
FERTTEN ÂİLEYE, ÂİLEDEN TOPLUMA
Bizleri de, her hâlükârda hamd'eden, dînine-diyânetine, İslâmî örf ve âdetlerine duyarlı fert, âile ve toplumlardan kılması, böylelikle tüm sevdiklerimizle berâber Efendimiz SAV in komşuluğunda buluşmayı lûtfetmesi niyâzıyla Rabbimize yalvarıyor, cümleye buradan sevgiler-saygılar sunuyoruz wes'selâm...