Çanakkale için, eşsiz zaferimiz için yazılmış ve yazılacak çok şey var elbette. Ben, o kutsal toprakları gezip görme imkanını 10 Eylül 2014’te bulabildim. Sevgili yeğenim Ahsen, 18 Mart Ünv. Rehberlik Bölümü’nü kazandı. Bu vesileyle yeğenimi ailece; Ablam, Ağabeylerim, Yengem, Eşim ve çocuklarımla birlikte Çanakkale’ye götürdük.
Osman Ağabeyimin arkadaşı olan Lapseki Kaymakamı hemşehrimiz, Sayın İsmail Ayhan Tavlı’yı ziyaret ettik ve bizi deniz kenarında, çok hoş bir yerde ağırladı. Güleryüzlü, samimi ve misafirperver bir insan. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Çanakkale, denizi ve doğasıyla görülmeye değer çok güzel, şirin bir şehir. Karadeniz’den, daha çok koyu yeşilin hakim olduğu topraklardan çıktıktan sonra, açık yeşilin tonlarıyla bezenmiş, Marmara’nın gözbebeği zeytin ağaçlarını izlemek, inanılmaz bir huzur veriyor insana. Rüzgar gülleri, doğal enerji kaynağımız, o heybetli duruşu ile yol kenarlarını süslüyor, gelen geçen herkesi selamlıyor. Çanakkale’nin merkezinde, kordon boyu yürümek gündüz ayrı, gece ayrı bir güzel. Adalar arası sefer yapan feribotları izlemek, maviliklere dalmak başka bir güzel. Bozcaada’yı gerçekten çok beğendim, temizliği, sakinliği ve denizinin havuzu andıran görüntüsü ile, insanı adeta büyülüyor.
Evet, tabiî ki asıl amacımız Çanakkale Şehitliği’ni ziyaret etmek. Kepez’de kaldığımız otelde şehitliğe gidebilmemiz için güzel bir organizasyona katılma imkanımız oldu. Saat 09.00 ile 18.00 arası tura katıldık. Tur rehberimiz Kevser Hanım sayesinde, birçok değerli bilgi edindik. Bu nedenle Gelibolu Yarımadası’na gidip Çanakkale Şehitliği’ni görmek isteyen herkese, tura katılmalarını tavsiye ederim. Çünkü; rehber olmadan, geçtiğiniz yerde ne yaşandığını, neler olduğunu, oranın ne ifade ettiğini anlama şansınız yok. Tam 110 km. lik bir alan. Hem karada, hem denizde yaşanan savaşın izleri her yerde. Yürürken bile tedirgin basıyor insan toprağa. Şöyle bir durup baktım etrafıma: Yarabbi! Maviyle yeşilin buluştuğu, güneşin gözlerimi kamaştırdığı, bu dupduru manzaraya sahip topraklarda ne acılar yaşanmış böyle. Ve ben şu anda burada durup, bu muhteşem tablonun güzelliğini izleyebiliyorum. Bana, bizlere bu güzellikleri bahşeden şanlı ordumuzun, şehitlerimizin hakkını nasıl öderiz? Bugün, ayağına çöp batsa canımız yanar, yavrularımız için üzülürüz. Oysa o gün, hiç düşünmeden, şehit olacağını bile bile yavrusunu ateşe atan, bağrına taş basan anaların hakkını nasıl öderiz?
Şehitliğe gittiğimizde askerlerin töreniyle karşılaştık, dalgalanan Al Bayrağımızın altında saygı duruşu ve İstiklal Marşı’na katıldık. Bu tören, hepimizin milli duygularını pekiştirdi.
Sembolikte olsa şehitlerimizin mezarlarının bulunduğu alana geldiğimizde, mezar taşları camdan yapıldığı için üzerindeki yazıları okumakta güçlük çektik. Oysa eskiden bu taşlar mermerdenmiş ve daha okunaklıymış. Şehitlerimizin dere yataklarında bulunan gerçek naaşlarına doğa şartlarından dolayı ulaşılamamış. Maalesef burası Fransız, İngiliz ve Anzakarın şehitliğindeki gibi yemyeşil çimenlerin bulunduğu temiz bir alan değil. Toplumumuz için böylesine önemli yeri olan bir yerde, çevre kirliliğinden bahsetmekten utanç duyuyor ve insanlarımızdan daha duyarlı olmalarını diliyorum.
Seyit Onbaşı’nın 275 kg. ağırlığındaki top mermisini arkadaşının yardımıyla kaldırıp topun haznesine yerleştirdiği ve düşman gemisinin dümenine isabet ettirdiği tabyaların olduğu yerde, bir heykeli vardı. O ulvi güç kendisine nasıl verilmiş, o topu nasıl kaldırmış? Devlet kendisine bu başarısından dolayı maaş vermek istemiş, ama asıl mesleği odunculuk olan Seyit Onbaşı vatan sevgisinin parayla ölçülemeyeceğini söyleyerek, bunu kabul etmemiş. Bugün en ufak bir iyiliği bile karşılıksız yapmıyor, bir ödül bekliyoruz değil mi? Tabyaların arasındaki topların yerleri boştu, çünkü toplarımız savaştan sonra, devletin paraya ihtiyacı olduğu için satılmış.
Karada, film sahnelerinden aşikâr olduğum, askerlerin siperlerinin bulunduğu yere geldiğimizde, filmlerdekinden çok daha yoğun duygular içinde kaldım. Aralarındaki mesafenin zaman zaman sadece 8 m. ye (bir caddelik alan) kadar düştüğü siperlerde, askerler günlerce çatışmışlar. 1 metre karelik alana 6000 merminin düştüğü böyle çetin bir savaşta dahi Türk askerimiz, her zamanki yüceliği ve merhametini göstererek, iki siper arasında kalan yaralı bir düşman askerini kurtarmak için büyük cesaret gösterip, beyaz bayrak kaldırarak savaşa ara verdirir. Düşman askerini kucağına alarak kendi birliğine teslim eder. Bunun üzerine İngiltere komutanı “Türkler gibi cesur askerlerle savaştığımız için çok şanslıyız” der. Binlerce askerimizin kanlarıyla sulanan Türk siperlerinin bir bölümünün günümüzde, otopark olarak tanzim edilmesine müsaade eden zihniyetleri de kınıyorum.
Savaş kurallarına uymayan İngilizler havadan uçaklarla dört başlı çiviler atarak büyük bir savaş suçu işlemişler. Bu çivilerin bir ucu muhakkak yukarı geldiği için ayağında çarık dahi olmayan askerimizin ayağına batarak yaralanmalarına, kangren olup ayaklarının kesilmesine, hatta şehit olmasına sebep olmuş.
Hastane yerleri denilen ve cephelerin gerisinde kalan alana gittiğimizde duyduklarım karşısında gözyaşlarımı tutamadım. Bu hastane yerlerinde ağır yaralılar değil, öncelikle hafif yaralılar tedavi edilirmiş. Hemen cepheye geri dönüp savaşmaya devam edebilsin diye. Yardım malzemesi sınırlı, morfin kalmamış, yaralı askerlere dikiş yapılırken dişlerinin arasına keçe sıkıştırılırmış. Yakın zamanda bile, toprakta keçe üzerinde dişler bulunmuş.
Askerlerimizin yemek menüsü; helva, ekmek, su. Zaferin sonucunda askerlerimize ödül olarak verilen yemek, kuru fasulye olmuş. Bugün tabağına koyulan yemeği beğenmeyen çocuklarımıza söylenecek söz bulamıyorum.
İngiliz kumandanı sahip oldukları güce dayanarak zaferi alacaklarından öyle emin konuşmuş ki, askerlerine “beş çayımızı İstanbul Boğazı’nda içeceğiz” demiş. Ama Türk askerinin yanındaki ilahi gücü hiç hesap edememiş. Mesele çok iyi silahlara ya da çok kalabalık bir orduya sahip olmak değil. Mesele; elinde süngü bile olsa, iman dolu bir yüreğe sahip olmakta.
Alçıtepe Köyü’nde esnaflık yapan Salih Mutlu, kendi çabalarıyla savaştan sonra, birçok malzemeyi büyük bir fedakarlık göstererek toplamış ve evinde bir müze oluşturmuş. 2004 yılında vefat eden Salih Mutlu’nun müzesini şu an kızı ve damadı idare ediyor. Savaşa ait eserleri incelerken Türk askerimizin yaşadığı zorlukları çok daha iyi anlayabiliyor insan: Bizim mermilerimiz boyca düşmanın mermisinden çok küçük. Düşman askerinin metal ve bozulmamış üniforma düğmeleri, bizim askerimizin plastikten veya ahşaptan yapılmış derme çatma düğmeleri. Düşman askerinin dayanıklı su ve içki kapları, bizim askerimizin bir yanını koca bir merminin delip geçtiği yemek kabı ve tenekeden su mataraları. Dört başlı çiviler ve gariban şehitlerimizin zorluklarla temin ettikleri çarıkları… Geride bıraktıkları alyansları, yüzükleri… Kim bilir, gözü yaşlı sözlü, nişanlı yada evli hangi sevdiceğine ait bu halkalar?
Bigalı Köyü’nde bulunan Atatürk Evi’nin bulunduğu dar sokaktaki evler, sponsor şirketin de yardımı ile Türk Bayrağımız ile süslenmiş. O sokaktan geçerken, sanki o günlerde yaşamış gibi hissetim kendimi.
Bence Çanakkale’yi gezmek için, ben çok geç kalmışım. Sizler geç kalmayın! Şanlı zaferimizi sadece kitaplardan okuyarak öğrenmek yerine, o torakları görerek yaşamak, çocuklarımıza milli birlik ve beraberliğimizin ve vatan sevgisinin aşılanmasında son derece etkili olacaktır. Bunun için de ortaöğretim seviyesindeki çocuklarımız başta olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığımız, Çanakkale’ye ve Şehitliğe ücretsiz geziler düzenleyebilir.
Çanakkale Zaferimizin 100. yılında Bize bu cennet vatanımızı bağışlayan ve böyle şanlı bir zafer kazandıran Başkomutan Mustafa Kemal’i ve kahraman askerlerimizi rahmetle anıyorum. Bu zaferin kazanılmasında, cephede ve cephe gerisinde, zerre kadar emeği geçen bütün insanlara minnettarım. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şu mısraları içimizdeki vatan sevgisini çok güzel anlatmış:
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Canı, cânânı bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.