Geçen haftaki yazımızda kısaca değindiğimiz, havanın da güzel olduğu söz konusu o Salı ve Çarşamba günleri Ulubey’de, geçip gitmiş zamanların, yılların eskittiği hazların, nisyânın silikleştirdiği temâyüllerin izini sürdük; şuurlu bir tercihden ziyâde insiyâkî bir sürüklenişle.
Resmî işlerimiz için bulunduğumuz Ulubey'de, öğle arasını, şöyle bir tur atarak geçirmeyi, düşünmüştük. Hem, şu meydanı da iyiden iyiye bir dolaşalım dediydik sâdece. Velâkin, daha birkaç adım sonrası karşıda bir kitabevi levhası çarpmasın mı gözümüze?
Hemen, çocukluk çağı köy çiçeklerinin ve de harmanımızın üst tarafındaki dağlık kısımda mevsiminde ortaya çıkan dağ çileklerinin o naif kokuları misâli, siyâh-beyâz hisler depreşti içimizde. Ayaklarımız, gayr-ı ihtiyârî akıp gitti o tarafa doğru. Sanki yolları değil yılları yürür gibiydik. Bir de adı DERYA olunca, bir deryâya dalma hevesiyle girdik içeri.
Biz girince, dışarıdaki ben yaşlara yakın adam da arkamızdan geldi. İçerde hiç de kimsecikler yoktu. Meğer kitabevinin sâhibiymiş. Hemen, “Ne aramıştınız?” diye sordu. Demek ki, yeni tablo bu. Gelen, markete uğrar gibi alacağını alıp, parasını da ödeyip gidiyor. Eski bakkallarda olduğu gibi, muhabbet bir tarafa, iki lâf yok, selâm-kelâm bile yok. Kitabevi ama, kitap bakmak ta yok anlaşılan! Zâten, kitabevi densin diye konulan az miktarda bir kitap görünüyordu iki rafın bir taraflarında.
“Şöyle bir dolaşacaktım, kitaplara bakacaktım ama bunlardan başka görünmüyor, yok herhâlde” derken bir yandan da o tarafa doğru yürüdüm. Esâsen, demesine de gerek yok; biz biliyoruz. Artık kitap revaçta değil. Kitabevleri de. Bunların çoğuna kırtasiye evi demek daha doğru olacaktır...
Nitekim, yazının burasında kalıp, annemle sahil boyu, Gülyalı, Hava alanı gittiğimiz Piraziz’de de benzer bir durumla karşılaştık. İyi ki de gitmişiz. Güzel bir tevâfuk oldu. Benzer bir durum orada da var. Onu da buraya ekleyelim ki, tezimiz çift dikişli bir hâl alsın da pekişmiş olsun; ya da Ulubey bu gariplikte yalnız kalmamış olsun!
Evet, kız kardeşimde biraz oturup hasbihâl ettikten sonra ikindi ve de şöyle bir tur atmak için dışarı çıktım. Piraziz Merkez târihî câmi restore ediliyor. Dolayısıyla namaz hemen yanında kurulan çadır mescidde kılınıyor. Geçen hafta Ulubey’de olduğu gibi burada da bir merkezî ezan okumak nasip oldu. Bu da bizim hobimiz: Gittiğimiz yerde bir ezan okumak.
İşte tam da burada, şimdi bir başka hobi olarak, daha önce huyumuz diye tâbir ettiğimiz bir olayı ifâde edeceğiz. Yıllar sonra, Ulubey’de nükseden bu huyumuzdan yazının baş kısmında azıcık bahs etmiştik. Namaz sonrası annemleri alıp Ordu’ya dönmek üzere kızkardeşimgillere geçerken yol üzerinde DERGÂH yazısını görmeyeyim mi? Millî kültürümüzün bu yitik kelimesiyle buluşma heyecanıyla hemen arabayı sağa çekip girdim içeri.
Burada da çok az kitap var. Zâten, DERGÂH şekliyle büyük yazılı levhanın altında, küçük yazıyla Kırtasiye, Bilgisayar yazıyor. Bu ismi hatırladım. Daha önce merkezde, eski ana yol kenarındaydı. Oraya girmiş, kitaplar almıştım hattâ. Şimdi onlar buraya, Yeni Mahalle’ye, ara sokağa gelmişler. Ama, sebep sanırım, hemen yakınlarındaki Yüksek Okul. Az yukarıda da lise ve ortaokullar var.
İş yeri sâhibinin anlattığına göre, 500’ün üzerinde yüksek okul, 600-700 kadar da orta dereceli okul öğrencisi var civarda. Ancak, kitap için uğrayan, satın alan bir elin parmaklarını geçmezmiş. “Kitap az” dediğimde, sebep olarak bunları sıraladı oradaki arkadaş.
Aynı şey Ulubey için de söylendi. Hemen hemen buradaki lise ve yüksek okul öğrencileri de aynı sayılarda. Lâkin, öğrencilerin gündeminde kitap yok. En azından, bir kitabevi dolaşma kültürü yok. Bunun sebepleri ayrı bir mevzû. Dolayısıyla biz bu gün, meselenin, bugününden ziyâde geçmişiyle ilgiliyiz zâten.
Evet; ne güzel, ne tatlı, ne heyecan vericiydi o günlerde kitap evlerini dolaşmak. 70’lerde, Ordu İmam-Hatip Okulu yıllarındayız. Tâtillerde babamla Ulubey’e geldiğimiz salılar olurdu. Ben bir fırsatını bulup, belki de bulmadan bile kitaplara kaçardım. Bir defâsında yine öyle olmuştu. Hattâ, sonradan adının Mevlüt Demir olduğunu öğrendiğimiz amca bizi bir de derneğe kaydetmişti.
Daha önceki yıllarda bundan bahsetmiştim burada. Hattâ, rahmetli babam okuyunca, “beni şikâyet etmişsin!” falan diyerek bana takılmak sûretiyle, bir nevî memnûniyetini de ızhar etmişti.
Her neyse, Deryâ’dan, iki kitap alıp çıktık. Vay be, iyi ki tevâfuk etmişiz! Acabâ, eskiden olduğu gibi, Mevlüt Amca’nın yeri duruyor muydu? Nitekim, kapıya kadar gittim. Aynen yazıyor; HAKSEVER TİCÂRET diye. Kepenkler açık, ama kapı kapalı. Sonra yolumuz o tarafa tekrar uğrayınca baktık, yine kapalı. İçerde kitap var mı, yok mu bilmiyoruz lâkin; anlaşılan o ki, memlekette kitap bahçelerinin gülleri solmuş, yaprakları dökülmüş!
Sonuç olarak, siz ne derseniz deyin, nasıl anlarsanız anlayın; gerek Ulubey’de, gerekse Piraziz’de gençlerimize; en az onlar kadar kendimize de acıdım. Niye mi? Az-çok tahmin ediyorsunuz mutlakâ ama, yine de meselenin boyutu yalnızca bunlardan ibâret değil; biraz daha îzaha muhtaç.
Ya nelerdir? ‘Az sooora!’ değil elbette, ama; yalnızca bir hafta sonra inşâllâh.
Bekleyelim görelim; söze hayır dilekleriyle son verelim dostlar; ves’selâm!...