Sevgili okurlar. İstanbul, Lüleburgaz, Çarşamba, Perşembe, vakıf, dernek, ziyâret derken araya başka konular ve yazılar girdi, zincir koptu. Mâlum, diğer yazılar bölümünde de göreceğiniz gibi, Yeni Mahalle’deki karşı komşumuz meşhur yahnici Sâlih YÜKSEL ve oraya uğrayanlar, burada oluşup solunan sohbet ve muhabbet iklîmiyle ilgili değerlendirmelerde bulunuyorduk. Bu bağlamda, ehl-i sohbetten tek tek söz edip kısaca tanıtmaya çalışıyorduk. Şimdi, kaldığımız yerden devam edelim.
Mekân’ın sâhibi olarak, geçen yazılarda Sâlih’ten söz etmiştik uzun uzadıya. Ayrıca Gölköylü İrfan Özbilen’den Ağabey’den de. Diğerlerine de kısaca ya da isim isim değinmekle yetinmiştik. Şimdi, öbür müdâvimlerle ilgili daha geniş bilgilere geçmek istiyoruz.
Daha önce söz ettiğimiz, bize hep hizmet eden, müessesenin iyilik meleği Meliha kızımızın soyadı Başar. Kendisi Saraycıklı. Okula gidiş ve dönüşte uğrayan Deniz kızımızın soyadı da SOYLU. Daha önce Lise 3’te diye yazmışız; “hayır, Lise sondayım” diyor. Ordu Lisesi talebesi. Son hızla üniversiteye çalışıyor. Kendisine hayırlısından başarılar diliyoruz.
GELELİM YÂKÛBÎ’YE…
Sâlih’in YÂKÛBÎ dediği, geçen yazılarda adından kısaca söz ettiğimiz Yakup Bey’in soyadı Yeşilyurt. Kendisi Turnasuyu’ndan. SÂLİH’İN MEKÂNI konulu yazımızı okudu. Orada söz ettiğimiz, içiyle-dışıyla ve tüm ölçüleriyle birebir anlattığı Kâbe rüyâsını 1963’de TV yayınlarının olmadığı zamanda gördüğünün özellikle bilinmesini istiyor. Ki, görüp te anlatıyor sanılmasın. Rüyâyı, ameliyat için yattığı hastânede görmüş. Hattâ, birilerine anlatınca, bunun üzerine tekrar gördüğü bir başka rüyâda, “niçin anlattın, artık daha böyle rüyâlar göremeyeceksin!” denilmiş.
Yâkup Bey, günlük hayâtında böyle sıradışılıkların olduğu biri. 60’lı yıllarda Denizli-Tavas’ta görev yaparken İstanbul, Ankara, İzmir’deki fakülteler, ünlü doktorlar ve ulusal gazeteler bağlamındaki yazışma ve diyaloglarla sürdürdüğü tedâvi süreçlerini bir avantür film sürükleyiciliğiyle anlatışını dinlemek heyecan verici. “Ancak bir yıl ömrün var denilirken, o doktorun 7 saat operasyonuyla 51 yıldır turp gibiyim. Şimdi ölmüştür. Daha o zaman zâten yaşlıydı. Allâh rahmet eylesin.”diyor.
Çocukluk, gençlik, öğrencilik, görev yılları… Olaylar, gözlemler, tahliller. Kendisinin de ifâde ettiği gibi romanlık. Ama bizimki bir köşe yazısı, ya da onun gibi bir şey. Ama ne(y)? Makâle mi, deneme mi, hikâye mi, anekdot mu; ne? Sâlih’in mekânı konuları silsilesinden sonra ve o çerçevede onu da yazacağız inşâllâh. Zîrâ, bunu ben de merak ediyorum doğrusu…
MESUT OLMAK KOLAY MI?
Mesut Bey, çok sıklıkla uğramayan, işin dozunu iyi ayarlayan, yâni bir nevî, bıktırmayan müdâvimlerden. Banka emeklisi. Belki bundan olacak, hayat standardı ve gelir farklılıkları, günümüze yansıyan çelişkiler bağlamında hep ilgi alanı. Hiç de adı gibi mesut ve de görev yıllarında denk geldiğimizdeki çay dâvet ve sohbetlerindeki havasında değil. O da dertlilerden. Toplumsal değişim ve dönüşümlerden mustarip. Konular derinleştikçe altından hep acılar boy gösteriyor. O, özellikle geçmiş söz konusu edildiğinde, çocukluk yıllarında egemen olan mahrûmiyetlerden bahisle günümüzde de göz ardı edilen maddî, mânevî dengesizlik ve açlıklardan çokça dem vurur. Boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağı husûsu konuşmalarının eksenini teşkil eder. Kendi yaşadıkları, çevresinden naklettikleri, görev sürecinde dikkâtini celbedenler ve güncel gözlemleri harmanlandığında toplumcu tarafı ağır basan ilginç bir roman çıkartılabilir anlattıklarından.
Sâdece o değil, bu mekâna uğrayan hemen hemen herkeste dikkâte değer ilginçlikler var. Konuşulanlar kaydedilip yazıya dökülse ne dramatik senaryolar çıkar içinden. Zâten, her insan ayrı bir dünyâ, ayrı bir hikâye değil mi gerçekte? Hiç, birbirinin aynısı olan var mı?
SAZIYLA-SÖZÜYLE, DİĞERLERİ…
Bir de Nevzat Şâhin var ki, o eşikte. Geçen gün o da keşfetti bu mekânı. Sâlih, sazını sordu. Nevzat Şâhin mescidin bitişiğinde televizyon tâmircisi. Ama ayrıca saz çalıyor. Düğünlere gidiyor. Ben de bu yönünü bir yerde tevâfukan gördüm. Benzerlerine göre çok iyi. Ne çaldığı, ne söylediği net olarak anlaşılıyor hiç olmazsa. Sesi de, fenâ değilin çok üstünde.
Bir de bizim Yusuf Kerem uğrar buraya. Uğramazsa sorarlar. Başta burdaki ablaları olmak üzere herkes onu seviyor. Adam gibi selâm vermesini, neskafe istemesini, içten tavırları ve esprili sorularını. Gülen yüzünü. O, bu mekânın küçük bey’i. Bura ahâlisi, onun argo bulaşmamış, nezih konuşmalarını sempatik buluyorlar. Hâsılı, o da buranın renklerinden.
Evet, bugünlük de bu kadar diyor, tüm müdâvimler başta olmak üzere, siz okurlarımız ve cümle dostlara hayırlı, uzun ömürler diliyor, hepinize sevgi ve saygılarla berâber sonsuz mutluluk temennîlerimizi sunuyoruz ves’selâm….