Geçen gün kontrol için doktora gittim. Gerekenler yapıldıktan sonra ilaç yazılırken;
- Gerçi, bir doktora sormak ne kadar doğru bilmiyorum ama, siz hep bize bakıyorsunuz nasılız diye de biz size hiç sormuyoruz. “Nasılsınız, ne âlemdesiniz hocam?” dedim.
- Ne münâsebet, tabii soracaksınız, hepimiz insanız. İyiyim, çok şükür. Sağ olun.
- Ben de öyle görüyorum. Yüzünüz gülüyor. Hem tebessüm size yakışıyor. Daha doğrusu, herkese, her insana yakışıyor.
- Elbette, şüphe yok; teşekkür ederim.
- Hattâ insan tebessümüyle, sıcaklığıyla insandır. Bakınız ben az önce cenazeden geldim. Sabah buraya gelirken anonstan duymuştum. Namazı 10.00’da kılındı. Yakınım falan değil. 10 km. kadar; hanım köyünden. Rahmetliyle birkaç defâ karşılaşmıştık. Sıcak insandı, mütebessimdi, samîmiyeti yüzünden okunuyordu. Herkes de iyi insan diye söz ediyordu kendisinden. Düşündüm, tebessümü gözümün önüne geldi ve gitmeye karar verdim.
- Çok iyi etmişsiniz. Allâh rahmet eylesin. Kaç yaşındaydı, neden ölmüş?
- Sanırım kanserdi. Çok teşekkür ederim hocam. Hayırlı günler, iyi mesâiler…
Bu sıcak diyalogun arkasından mutlu bir şekilde hastaneden ayrıldım. Böylesi pek az olur. Çoğunlukla hastânelerdeki ortam insanı gerer. Bir de doktor asık suratlı olursa sanki ölüm koridorunda gibisinizdir. Söz konusu bu doktorumuz zaman zaman asık suratlıdır. Canı sıkkın veyâ bir şekilde mutsuz olduğu demlerde, ondaki kasvet size karabasanlar olarak yansır.
Belki de, özellikle bundan dolayı yukarıdaki diyaloga tevessül etmişizdir. Ama o, hakîkâten, bu bizim, en azından benim için sıra dışı olan bu muhâveremize olumlu tepki verdi. Yoksa, o hep olduğu gibi gergin olsaydı, ben böyle bir şeye kalkışamazdım. Kalkışsam da, karşılığı çok sert olabilirdi.
- Hayr’ola, bu ne samîmiyet, nerden tanışıyoruz? Falan diyebilirdi en azından. O gün iyiydi; dolayısıyla elhamdülillâh, ben de çok iyiyim.
Tabiî, doktorun bu kadar çok vaktini almadık. Cümleleri biraz açtık burada. Her şey, diğer hasta girerken bitti. Sonuçta orası muhabbet yeri değil elbette ama, biraz da olsa sıcaklığa ihtiyâç var. Neresi olursa olsun.
Sonuçta her kes insan. İnsan da, ünsiyetle aynı kökten geliyor. Yâni, bir birinin türevi olan kelimeler bunlar. Dolayısıyla, ünsiyet insanın, daha doğrusu insâniyetin, insanlığın, yâni insan gibi bir insan olmanın olmazsa olmazıdır. Nitekim Efendimiz(SAV), tebessümün sadaka olduğunu söylemiştir.
“Bir kimsenin yüzünde taşıdığı ifâde, üzerinde taşıdığı elbiseden daha önemlidir!” denilmiştir. Dolayısıyla insan, anonim ifâdelerle, “yüzü mahkeme duvarına benzeyen”lerden, ya da, “suratından düşen bin parça” olanlardan olmamalı. Zîrâ, tebessüm en kolay iyiliktir.
Lâf aramızda, kusura bakmayın, belki gereksiz bir ayrıntı ama, bâzen doktor öyle davranıyor, ya da uslûp kullanıyor ki, “ölmeye üç günün kalmış, hem ölürsen öl, ben öldürmüyorum ya!” der gibi sizi kâbuslara savuran bir hareket tarzı sergiliyor. İyi olacak hasta bile hep kötüleşiyor. Bâzen de, bu defâ olduğu gibi, hasta kendi durumunu bildiği hâlde, onunla kaynaşmış bir şekilde, kardeş kardeş, güle oynaya, hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam ediyor.
Sözün özü, günlük hayâtımızda da tebessümün fonksiyonu büyükütür. Güleryüz güller açtırır. İmâm Şâfiî hazretlerinin dediği gibi; “Kılıçla yaptırılamayan bir çok işler güler yüz, tatlı dille pek kolay yaptırılır.”
Fahri Yakar da şöyle der: “Güzel bir yüze sâhip olmak elimizde değildir; ama gülen bir yüze sâhip olmak elimizdedir.”
Bu gün de Atasözü’yle bağlayalım sözü: “İnsanoğlunun eti yenmez, derisi giyilmez; güler yüzü, tatlı dilinden başka nesi var?”
Evet, nesi var, sevgili okuyucular, ve de yüzlerin gerginliği toplumun mutsuzluğunun göstergesi olup, tebessüme olan ihtiyâcımızın, ve dahî onu birbirimizden esirgemememizin gerekliliğinin resmi değil midir ves’selâm?...